“Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.” Edip Cansever
Çok severim bu şiiri. Geçenlerde bir dost sohbetinde öfke ile ilgili bir metafor kullandığım sırada geldi bu şiir aklıma. Ya adam o masaya öfkesini koysaydı. Masa iki sallanıp durur muydu? Öfkemiz bu denli büyükken ve bu denli ağırken hayatımızda, masa taşıyabilir miydi? Peki masanın taşıyamama ihtimalini düşünürken, o öfkemizi hayatımızda kimler taşıyor en çok? Kimler bana mısın demedi bu kadar yüke, bir iki sallanıp durdu?
Öfke aslında ikincil bir duygudur. Çok güzel bir zırhtır, örtmek istediğimizin üzerini örttüğümüz pasta ciladır. Bizi güçlü kılandır, ve gözyaşlarımız akmaya başladığında ilk yıkılandır. Çok çocuksudur, hele bir çocuğa aitse hoşumuza gidip sürekli kaşıdığımız tekrar eden bizim çocuksuluğumuzdur.
Söylemek istediklerim var ama söylersem kırılırsın demek yerine öfkeyle kalkıp zararla oturmayı tercih ederiz çoğu zaman. Arkasına saklanarak inşa ettiğimiz bir uzaklık kurarız sevdiklerimizle. Kendimizi engelleriz. Duygularımızı engelleriz. Haklılığımızı engelleriz. Engellenmektir. Evet en çok engellenmektir. “Sen olmasaydın ben daha mutlu olurdum”dur bazen, bazen de çok istediğini elde edememenin yarattığı çökkünlüktür.
Hak etmediğiniz şekilde size davranıldığında çok öfkelenirsiniz. Ben onca şey yaparken bir baba olarak, bir anne olarak, bir eş olarak, bir çocuk olarak bana bunu nasıl yapar düşüncesi ateşler öfkeyi. Haksızlığa uğramak ama gidip muhatabına bunu aktaramamak, hakkının yenmesine ağlayamamak ve olup biteni anlayamamaktır. Arkasına saklanmış bir çaresizlik vardır öfkenin ama “çok çaresizim artık gör be” diyememektir. “Beni adam yerine koymuyorsun, yok sayıyorsun”ken söylemek istenen, duvara fırlatılan başka bir nesne oluverir birden.
Şimdi isterseniz biraz olayı karıştıralım. Nasıl ki başka duyguları maskelemek için kullanıyorsak ve asıl duygumuz değilse öfke, öfkeye maruz bırakılan da çoğu zaman öfkenin muhatabı değildir. Genelde nazının geçtiği ve dişinin kestiği canın, kardeşin, çocuğun maruz kalır tüm bu öfke ile sıvanmış sevgisiz zamanlara. Hatta öyle bir inandırırsın ki kendini hiç düşünmezsin “iyi de beni bu kadar öfkelendirecek kadar ne yaptı?” diye.
Öfkelenme sebepleri sıradandır, sakin kafa ile düşündüğünde pişman olursun, kızarsın kendine ve çoğu zaman da gurur yapıp gidip özür dilerim diyemezsin asimetrik bir tepki ile kırdığın sevdiklerine. O davranışa o tepki verilmez haklısın canım kardeşim ama ne yazık ki verdiğin o tepki çok değil. Çünkü aslında o öfkeyi yaratanlara karşı hissettiklerinin yanında nazın geçenlere gösterdiğin tepki az bile.
Şimdi gelelim sadede. Çocuğuna öfkelendiğinde bir dur ve düşün. Öfkeni bir dışarı çıkar ve koy masanın üstüne. Bu öfkenin sahibi kim?
Çocuk mu yoksa bir şey diyemediğin, dersen durumun çok daha kötüye gideceğinden çekindiğin eşin mi? Eşine öfkelendiğinde dur ve öfkeni çıkar ve koy masanın üstüne. O öfke eşine mi ait yoksa saygından bir şey diyemediğin ebeveynlerine mi? Bir süre sonra fark edeceksin ki aslında öfkelendiğin zamanların hemen hepsinde öfke, öfkeye maruz bıraktıklarına ait değil. Sadece sana o kadar ağır geldi ki nazının geçtiği, dişinin kestiği birine emaneten verdiğin bir çaresiz yanın aslında öfke sandığın. Derin bir nefes al ve al öfkeni sevdiklerinin üzerinden, koy masanın üstüne. Edip abi’nin dediği gibi masa bana mısın demez bir iki sallanır durur, en fazla yıkılır. Bırak masa yıkılsın sevdiklerinin yerine.
























