Sevmek ne büyük bir kelime. Kimi zaman bir nesneyi, kimi zaman bir mesleği, bir takımı, bir inancı, bir insanı… En fazla ne kadar sevebilirsiniz, yüreğinizle, bedeninizle…
Bir nesneyi sevmek… Bir araba mesela. Ama öyle böyle değil. Çok sevmek. Her sohbette ondan bahsetmek. Onun içindeyken kendini çok daha güvende hissetmek. Bir araç olduğunu unutup hayatının amacı haline getirmek.
Vos-vos gibi, Doğan görünümlü Şahin gibi, M3 gibi sevmekten bahsediyorum. Pazar günlerini ona ayırmak, her kıvrımını bir kadını okşarcasına temizlemek, her bir kaplama için ayrı bir solüsyonu olan o adamlar gibi sevmek. Çok sevmek…
Bir takımı sevmek ya da… Ama öyle böyle değil. Çok sevmek… Deplasmandan deplasmana koşarcasına, sırılsıklam kale arkasında boğazın yırtıla yırtıla, gol sonrası kime sarıldığını bilmeden zıplaya zıplaya sevmekten bahsediyorum. Maç saatlerinde, maçı izleyemesen bile yaptığın iş her ne olursa olsun aklının 90 dakika hipotek altında kaldığı, “Aşk Tutulması” filminde olduğu gibi totem yaparcasına, tepeden tırnağa sarı lacivert akarcasına, Es-Es gibi, Sin-Kaf gibi hayatı iki ton yaşarcasına sevmekten bahsediyorum.
Bir görüşü sevmek diyelim… Emeğin arkasında durmak kimi zaman, kimi zaman bir inancın peşinden koşmak. Sorgulamadan, yanılma ihtimalini akla getirmeden, meydanlarda kalabalıklarla, bazen bu görüş için ölme ihtimalini bile bile… İnandığın şeyler daha ağır bastığından… İnandığın her ne ise üzerine örtüleceğini düşünerek, bazen bir marş, bazen bir dua, bazen içinde isyan kokan bir özgün müziğin fonunda son nefesini vereceğini bilerek… Ürkerek ama inandığına saygısızlık olmasın diye ürktüğünü gizleyerek o uğurda ölüme koşarcasına sevmekten bahsediyorum. Tüm sevdiklerinle, tüm değerlerinle, hayatının tüm akışını bu uğurda değiştirebilecek kadar sevmek… Çok sevmek…

Çok sevme canım kardeşim. Kararında sev. Lüzumu kadar. Arabaysa araba kadar, Takımsa takım kadar. Yanlış anlaşılmasın sözlerim ancak yaradansa dahi insanı sevmeye yer kalacak kadar sev. Çocuğunsa ilerde senden başkasını senden daha fazla seveceğini kabul edebilecek kadar sev. “Çok” tehlikeli bir kelimedir, hasta eder derdi hocam, o yüzden çok değil sadece sev.
“Çok” mutluluk getirmiyor görüyoruz. Çok sevdiğini öldürenlerle dolu üçüncü sayfa haberleri. Fanatizmin uğruna feda ettiklerimiz var, onun binlerce katı görüşlerimiz uğruna sevemediklerimiz. Ölümlerin kimilerine üzülemez olduk, ölenler bizim gibi çok sevmediklerinden bizim çok sevdiğimiz değerleri. Sahi biz ne zaman bu kadar “çok” sevmeyi öğrendik birşeyleri… Vatanı, bayrağı, özgürlüğü, inancı insandan ve o insanın yaşama hakkından daha çok sevmeyi ne ara öğrendik?
Çok sevdiğin şeylere beslediğin sevginin tamamının o nesneye ya da değerlere ait olmadığını gör. O her santimetrekaresini parlattığın arabandan daha fazla sevilmesi gerekenler var etrafında… Başkasına bu denli koşulsuz bağlanamamanın bir eseri olab
ilir mi her koşulda savunabildiğin çubuklu forma. Yoksa sende biliyorsun şike de yapmış olabilir ya da en çok sevdiğin forvet kendini yere atmış olabilir son dakikada. Ne kadar çok seversen sev, tam anlamıyla huzurla yatağa yatmanı sağlayamayacak, hep bir açık tarafın kalacak inandığın değerler uğruna birilerini sevemedikçe. O ya da bu nedenle, kimi zaman gurur, kimi zaman öğretilmiş sosyal konumun gereği, aktarılamayan sevgi bazen bir nesneye, bazen bir siyasi öğretiye bazen de mesleğine geçer. Ama öyle böyle değil, “çok” geçer. Kime aitse o sevgi, dağıt artık hayatında. Kimin hakkıysa ona ver.
Hiçbir şeyi ama hiç ama hiçbir şeyi, vatanı, bayrağı, kutsal varlıkları, anne-babanı, çocuğunu, sevdiceğini “çok” sevme canım kardeşim. İnsanı insan olduğu için sevmeye yer kalsın yüreğinde. Tabi ki zevk aldığın şeyler olsun, sevmekten de korkma bir şeyleri.. Hangi takımı tutuyorsun dediklerinde “milli takım” deme mesela.. Göğsünü gere gere bir isim ver. Bir şeyi sevmekten zarar gelmez, çekinme. Sadece “çok” sevme…
“sevmek” kavramı üzerinde hep düşünmüşümdür; özellikle soyut bir duygu olan sevmeyi soyut kavramlarla örtüştürebilme kabiliyetine hep saf saf bakakalmışımdır bazı insanların. Araba, takım, bayrak, millet sevgisi falan deyince gerçekten şaşkınlık yaşıyorum. Nasıl olabilir diye. Aslında evrimsel bir kodlaması, insanlığı değişime sevkeden bir işlevi olmalı bu durumun başkaca bir açıklaması yoktur kanısındayım. Örneğin Tesla elektiriği sevmeseydi ya da Einstein fizik aşığı olmasaydı teknolojimiz olur muydu?!
Her ne kadar bu gelişime de itiraz edilebilirse kanımca bazı insannların bazı şeyleri çok sevmesinde bir beis yoktur. Sadece sevmesini bilen sevmeli ama… 😉
BeğenBeğen
Burada söylemeye çalıştığım insan sevgisinin önüne geçen bir sevmek.. İşini çok seven askerler tanıdım, öldürdüğü kişi sayısı kadar üniforması daki ipe düğüm atan, ya da verdiğin örneğe ait disiplinden gidersek en ölümcül kitle imha silahlarını da işini çok seven bilim adamları tasarladı. İnsanı sevmeye yer kalacaksa eğer o sevgi “çok” sevmek diye bahsettiğim sevgi değil. Herkese yetecek kadar dağıtabilmeli sevgiyi. Kör ve sağır olmadan sevebilmeli bir nesneyi ya da düşünceyi..
BeğenBeğen
İnsanın içinde bir sevgi yumağı vardır doğasından gelen. Aslında yaptığı tek şey bu yumaktan koparıp koparıp birşeyleri bağlamak kendine. Sevgi bu yuzden bağlılıktır bence. Ve “çok” ifadesi de ne kadar sıkı bir düğüm olduğunu anlatmaya çalışmaktır. Hayatta çoğu zaman yanlış kararlar vererek olgunlaşan insanoğlu ise yanlış bir varlığı yanlış bir nesneyi, durumu sıkı bir düğümle bağlar kendine yani çok sever ve bu düğümlerden kurtulamadıkça elindeki sevgi yumağını tüketecektir. Elinde bir parça bile ip kalmayacaktır koca sevgi yumağından geriye. Bu yüzden çok sevmemeli insan…
BeğenBeğen