Hayat kavşaklarından birini yaşıyorum bugünlerde.. Benden son zamanlarda haber alamayanlar için hatırlatma yapayım, asgari iki yıl süreyle Gökçeada’da yaşayacağım. Yaşam alanı konusunda bukalemun ruhlu olduğum söylenebilir. Geçmişim de Hakkari gibi mahkum ve mahrum coğrafyalar da var, İstanbul, Ankara (?) gibi metropoller de… Çaba sarf ederseniz eğer sevmeye değer çok şey bulur ya da bulamadıklarınızı da yaratma fırsatınınız oluyor küçük coğrafyalarda. Ada hayatına başladığımdan beri defalarca kez “ada da hayat nasıl?” sorusuna maruz kalıyorum. Bu soruya cevap ararken kullandığım argumanlarda ortak noktalar dikkatimi çekti. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bir ada’yı sevmek… Bir aday’ı sevmek.. İkisi de çok benzer geldi bana. Hayatınızın bir kısmına şahitlik edecek, seçerek ya da seçmeye zorlanarak vakit geçireceğiniz bir yer ile hayatınızda bundan böyle var olmaya karar vermiş, hayatınızın devamına şahit olmaya aday birini sevmek bir çok yönden birbirine benziyor.
Hayatımın hatırı sayılır bir kısmını metropollerde geçti. Metropollerde yaşamayı bekarlığa benzetiyorum. Keşmekeş, düzensiz… Hayat daha bir süratli akıyor o zamanlarda. Ve bir şekilde yakalamaya çalışıyorsunuz. Çoğu zaman yorgun, eğlenceli ama kendini dinlemeden, hayatı dinlemeden geçip gidiyor.
Özgürsünüz, ya da oldukça özgür olduğunuzu zannediyorsunuz. Daha çok yoruluyorsunuz, ama hep bir şeyler eksik kalıyor. İstediğiniz her şeye ulaşma şansınız olduğunu biliyorsunuz ama ulaşması çok basit şeylere dahi ulaşmaya üşenir hale geliyorsunuz. Çünkü ihtiyaçlarınız ulaşılabilir ama ulaşması zahmetli ve yorucu.
Sonra hayatınızda bir şeyler değişiyor, isteyerek ya da zorunluluktan kendinizi metropolün dışında, bir adada buluveriyorsunuz. Ya da diyelim ki evleniyorsunuz;)
Önce güzel olan yerler büyüyor gözünüzde, küçük şirin kafeler, yaşayacağınız yerde bir sahil olmasının verdiği mutluluk… Hepsi oldukça keyifli geliyor. Sonrasında gün doğumu, gün batımı manzaralarına büyüleniyorsunuz. Büyük metropollerin keşmekeşliğinden sonra adanın sakin huzurlu hayatı kulağınıza çok hoş geliyor. Sizin için bir balayı kadar masum ve inanılmazdı yaz tatillerinde geçirdiğiniz huzur dolu bir kaç ada günü..
O günlerin ışığında bir süre sorun yaşamadan, kardeş kardeş, mutlu mesut yaşıyorsunuz. Fakat zamanla olayın büyüsü kaçıyor. Adalıların kullandığı “ada psikolojisi” diye bir tabir var. Kısıtlanmışlığı her bir hücrenizde hissettiğiniz, bir kapana kısılmışlık, mahkumiyet ve mahrumiyet hissi… O ada psikolojisi tüm benliğinizi sarıyor. O başlarda hayran olduğunuz dinginlik üzerinize üzerinize gelmeye başlıyor. O çok sevdiğiniz kafeler bir bir kapanıyor. Kış geliyor. Başlarda keyif aldığınız denizin kenarında olmayı artık önemsemediğinizi hatta denize olan mesafenizi farketmediğinizi farkediyorsunuz… Rüzgar ve yağmur kemiklerinize işliyor. O yetişememeye alıştığınız zaman artık bir türlü geçmez oluyor. Rutinlerin arasında kayboluyorsunuz. Çürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sadece adada yaşamaktan bahsediyorum şu an. Evliliğin ilerleyen yıllarından bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın;) Lodoslu günler geliyor. Anakara ile aranızdaki tek bağlantı olan feribot seferleri aksamaya başlıyor.
Mecburiyetin üzerine bir de mahkumiyet ekleniyor. Her şeyden birer tane olan, sattığı ürünün ismiyle (naykçı, paşabahçeci) anılan dükkanlara mahkumsun. Yaşam enerjinin yavaş yavaş üzerinden çekildiğine şahit oluyorsun. Aynı rutin işler, aynı yüzler, aynı tatlar ve dolaşırken size volta tadı veren aynı sokaklar…
Ve bir karar verme zamanı geliyor. Ya size adayı sevdiren o balayı sürecindeki tüm olumlu kısmı azar dozlar halinde hayatınıza entegre etmeye başlayacaksınız ve yaşadığınız her ada zamanından keyif almak için bahaneler yaratmayı alışkanlık haline getireceksiniz ya da depresyonun kucağına atacaksınız kendinizi ve şafak sayan asker rolüne bürünüp, ada dışındaki her anıyı özleyip o anlara kavuşacağınız günü iple çekeceksiniz.
Ben ilkini seçtim canım kardeşim. Her iki durum içinde ilk yoldaki kuralları yaşam felsefem yaptım. Evliliğimi cennete çeviren ve her günümü ilk günkü heyecan ve balayı gizemi ile yaşama gayretimi, bu küçük coğrafyada cennetimi kurmak için aynı şevkle harcıyorum. Bundan 13 yıl önce seçtiğim aday’ı, aynı aşk ve telaşla her gün tekrardan sevmek ve her seferinde yeniden keşfetmek bana nasıl haz ve keyif veriyorsa, benim seçimim olmadan geldiğim bu ada’yı sevmek ve barışık kalmak için her gün daha güzel bir yanını keşfetmek ve rutinlerin dışında bir hayat yaşamak aynı ölçüde beni mutlu ediyor ve edecek.
Eğer hala “adada hayat nasıl?” diye sorarsanız; nadiren acı, genelde tatlı… Kendimi ona teslim ettiğim zamanlarda huzurlu… O sakin duruşunun yanında bilinmezlikleri ile oldukça heyecanlı… Her seferinde daha güzel bir yanını keşfetmeye müsait. Hep bir açık kapı bırakıyor, teslim olmuyor, tükenmiyor, bitmiyor. Bu gizemli duruşu ona olan tutkumu her gün körüklüyor… Ve bu durum evliliğimden olsa gerek oldukça tanıdık geliyor.
Ada hayatı daha güzel anlatılamazdı, soranlara yazını paylaşacağım:)
BeğenBeğen