Lüzumundan Fazla…

turgut-uyar3-1920x1080Evet önümüz bahardır biliyorum
Leylaklar açacak biliyorum
Kiraz da çıkacak yakında
İyi şeyler söylemek de gerek biliyorum
Sevgilim güzelim bir tanem biliyorum da
Şimdilik bağışla”

Turgut Uyar

Azı karar çoğu zarar demiş ya büyüklerimiz, hayatımda neler olmuş acaba diye düşündüm “lüzumundan fazla”… Yaşadığım yerlerden keyif almaya gayret ediyorum ama kimisi der ki bulunduğum coğrafyalara göre mutluluğum biraz lüzumundan fazla… Haksız da değiller aslında, öyle günlerde yaşıyoruz ki güne uyandığımızda başımıza gelecek iyi şeyler, bu coğrafyanın yaşadığı acılardan ötürü hep lüzumundan biraz fazla…

nemrutta-gundogumu-ve-ataturk-baraj-goluEpey gün doğumu görmüşlüğüm var “beklenen yaşam ömrü”nün ortalarına yaklaştığım hayatımda… Güneşin bir gece boyu konakladığı sırtların arkasından, saklambaçta saklanmayı becerememiş çocuk edasıyla ağır ağır süzülerek çıkışına çok kez şahit oldum. Bazı üniversite bölümleri vardır daha fazla çalışılması gereken. Her bölümün vize ve final haftaları biraz sancılıdır ama kimi bölümler vardır ki çalışmaya günler, haftalar öncesinden başlarsın… Yine de yetişmez hazırlık safhası… Yelkovan akrebi kovalar, derken gecenin sessizliğini bozar bir saba makamı… Şimdi aklıma geldi lüzumundan fazla mı tartışılır ama yaşıma göre hatırı sayılır sayıda sabah ezanı dinlemişliğim de var. Yaşıma göre diyorum malum bizim kültürün ibadet maratonu ölüm kendini hatırlatmadığı sürece başlamaz. Gerçi bu günlerde ölümün kendini hatırlatması için gerek kalmıyor dördüncü dekattan gün almaya… O artık aramızda, her durakta, telefonlarımızın felaket tellalı son dakika sayfalarında…

olum_1948Ölüm demişken, yaşıma göre fazla ölü gördüm. Bizzat dokunarak soğukluğunu her bir zerremde hissettim. Öyle morgun yapay soğukluğu değil söylemek istediğim, yavaş yavaş soğuması bir ölünün… Gözünün ferinin, gözümün içine baka baka solmasından bahsediyorum. Ölümlülüğümü suratıma tokat gibi vuran, benim bulunduğum tarafta geçirdiği son bir kaç dakikaya şahitlik etmenin içimde yarattığı garip duyguyu, hani huzursuzluktan huzura geçen tarifsiz dinginliği anlatmaya çalışıyorum. Umarım bu dediğimi tam anlayacak kadar tanıklık etmemişsindir, o zamanın kendini askıya aldığı ölüm anına. Eğer ettiysen de tekrar hatırlattığım için beni bağışla…

gün doğumuHayatımı kazanmak için yaptığım mesleğin bir parçası bu anlar, farkındayım. Ya elimin tetikte olduğu, karanlıkta bilinmeze giderken iç sesimle dertleştiğim zifiri gecelerin sabahında duydum ezan sesini ya da elimde kalem, önümde boyumca fosforlu ile çizilmiş fotokopi notlarının içinde kaybolduğum odamın penceresinden sızan karanlığın bitiminde… Ya buz gibi bir şark yükseltisinin yamacında, silüet vermemek için ağır ağır yolu uzatırken bir telsiz hışırtısı ile karışık aldığım o soğuk sesle koştum ölümüne yakın bir gencin yanına ya da siyah pelerin altında kanepede sabahladığım bir nöbetin sabaha yakın kısmında çalan telefon sonrası şahitlik ettim aynı soğuklukta başka bir sesle başka bir gencin hem canlı hem ölü anına… Ne düşünürsün bilmem ama bu yaşta bu kadar sabah ezanı, bu kadar ölü, doktor ve/veya asker de olsan zannımca biraz lüzumundan fazla…

liseCıvıl cıvıl lise arkadaşlarını düşünmeni istiyorum. Romantik girişlerle, yaşadığım acının yarattığı tahribatı senin de hissedebilme kabiliyetini arttırma gayretinde değilim. Sen bilirsin işte lise arkadaşının ne demek olduğunu… Hayatında ne anlara tanıklık ettiklerini hatırlatmama gerek var mı? Ailene bile anlatamadıklarına ev sahipliği yapan, ilk parfüm otlanışların, ilk yasak delme çabalarına yardım ve yataklık eden, senin en katıksız halini bilen ve hayatının hangi safhasında karşılaşırsan karşılaş aynı heyecan ve ergen duygularla ortak jargona geçtiğin, can kardeşlerin… Senin hiç lise arkadaşın öldü mü canım kardeşim… Benim öldü hem de lüzumundan fazla… Her haberleri açışımda acaba yine mi diyorum… Ölenin tanıdıklarımdan biri olmadığını anladığımdaki mutluluğumdan utandığım anları tarif etmem zor. Ama benim lise arkadaşlarım ölüyor ve korkarım ölmeye devam edecek… Ve gülen fotoğraflarının altına yakışmayan acı yüklü cümlelerle sosyal medya hesaplarından öğrenmeye devam edeceğim bu sefer hangi can kardeşimin bu dünyadan göçüp gittiğini…

kirazDemem o ki fırsatın olduğu her an daha çok sev, daha mutlu ol ve utanma bunu paylaşmaktan… Acının böylesine fütursuzca üzerimize geldiği bu günlerde hiçbir mutluluk senin için az değil bu dünyada… “İyi şeyler söylemek, yaşamak lazım… Kirazlar da birazdan çıkacak…” Her giden bağışlıyor seni gözün orada kalmasın… Bu karamsarlık, bu üzerine serpilmiş ölü toprağı, ve hepsinden mühimi mutlu anlarına karşı olan kırgınlığın… Sanki biraz “lüzumundan fazla”…

Hayatımın kadınlarına…

Bu tarz yazılar Anne ile başlar ve hayat arkadaşı ile biter bilirim. Onlara olan şükran ve hayatımdaki inşa süreçleri diğer kadınların yanında kıyassız kalacağını bildiğimden dolayı aflarına sığınıyorum. Hayatımın ilk ve son kadınını bu yazının dışında bırakıyorum.

kız kardeşHayatıma bir kadın girdi… Fedakar… Ne kadarınız şanslı benim kadar bilmiyorum. Hayatınızın her aşamasında yanınızda olacak ve yaşı size yakın bir kadının var olmasının o büyük avantajını yaşıyor olmak paha biçilemez. Kız kardeş, oyun arkadaşı, anlamlandırılamayan ergenlik triplerinde yol gösterici, koruyucu, kollayıcı.. Annenin yetişemediği yerlerde boşlukları dolduran, giyim stilinizden nasıl kokacağınıza kadar en ufak ayrıntıları hatırlatan, sizi çocukluğunuzdan alıp ergenliğin sonuna kadar taşıyan, adam yapan… Hayatınıza giren her kadına bir parçasını bırakan ama hiç eksilmeyen aksine artan kadın..

masumHayatıma bir kadın girdi… Zarif… İlkokulun siyah önlüklü yıllarında, ceylan ceylan bakan. İlk kalp çarpması, ilk utandığının farkına varma… Yanında oturabilmek için verilen hukuk mücadelesi… Bir kadın için ilk rekabet, ilk zafer. İlk çekingenlik. Parmak kaldırışındaki zerafeti çok az kadında gördüm hayatımın geri kalanında… Yedi yaşında kadın mı olur deme… Onlar senin gibi değil canım kardeşim. Biz erkek olarak doğarız, erkek olmamız yetmez, adam olmaya çalışırız. Onlar kadın olarak doğar, kadın olmak bu hayat için bırak eksiği, fazladır.

kara kalemHayatıma bir kadın girdi.. Şevkatli… İlkokulun mavi önlüklü yıllarıydı. Ben o garip kuşağa denk geliyorum. Siyah başlayıp, mavi mezun olan… Annelerin altın günlerinde örnek kapma telaşıyla adeta yarıştığı örme dantel yakalardan, seri üretim kırtasiye tüketimli, gemi dümeni baskılı kolalı soğuk yakalara terfi eden ara nesil. Arabesk ile tanıştım sayesinde… Geri alıp alıp dinledim Orhanları, Ferdileri. Hatta öyle ki, bir süre sonra ilk denemede şarkının başını bulma becerisi kazandım çift kaset çalarlı teyplerde… Melankoliyi öğretti, şarkıların sözlerini ezberletti. Edebiyatta redif diye kafiyeden bile sayılmayan, ama uygun notalara denk geldiğinde yüreğin o ince telini sızlatan, fantezi-arabesk şarkıların içinde duygularıma isim vermeyi öğretti. Onbir yaşımda bir tokat yedim, seni seviyorum dedim diye.. Bir kadının istese de şiddet uygulayamayacağını, tüm çabasına rağmen eline yakışmayacağını ondan öğrendim.

cesurHayatıma bir kadın girdi… Cesur.. Bir önceki kadın öğretmişti ya sözleri ezberlemeyi, duvara karşı söylemeyi. Bu sefer ki kadın, şarkıları beraber ezberlemeyi, sonra daha da vahimi beraber söylemeyi öğretti. Karşıma dikilip “seviyorum ya işte, anla sende azıcık” demeyi, diyebilmeyi öğretti. Ara ara girip çıktığından hayatıma öğrettikleri bu kadar az değil elbet. Ama terkedip gitmeyi, sonra tekrar geri dönmeyi. Başkalarının hayatında cevapsız sorular bıraktığında o soruların cevabını bulabilme adına şehirlerin, konumların, arkadan yapılan yorumların nasıl duyarsız kalabildiğini keşfettirdi bana.. Kovalamayı öğrendim. Kovalayarak kaybetmenin, yerinde durarak kazanmak kadar acı vermediğini gösterdi bana. O günden sonra hiçbir müsabakamda beraberliğe yatmadım, kovalamaya çalışırken kontra ataklarla gölü yedim, yenildim ama kaybetmedim.

güzelBir kadın girdi hayatıma… Güçlü… Tüm benliğimi alıp, değiştirecek kadar. Beni kendi kalıplarımdan çıkartıp, inşa ettiği kendince mükemmel kalıplara koyabilecek kadar güçlü bir kadın. Ne kadar değiştirdi derseniz, Siyah kapşonlu üzerine kırmızı Cartel yazan giyim tarzım vardı. Karakan Erci-E dinleyip sözlerini ezberlemekten ve hemcinslerimle bağıra bağıra söylemekten keyif alıyordum. (geçmişimdeki kadınlar öğretmişti şarkı ezberlemeyi). Birden girdi hayatıma. Aslında hep hayatımdaydı ama öyle sinsi sızmış ki anlayamadım, bir baktım ki, bülent ortaçgil dinliyorum, sezen aksu da ağlıyorum, mektup yazıyorum. Bir insan böylesi değişebilir mi deme canım kardeşim, değişir. Bir kadın değiştirir… Geppetto usta gibi bir oduna ruh üfler ve insan oluverirsin. O kadından öğrendim ki güç, birşeyleri değiştirebilme yeteneği sadece…

profesyonel-goz-resmi-3232Hayatıma bir kadın girdi… Masum… O bunu hiç bilmedi.. Cam gibi gözleri vardı… bir dünya yarattım ikimize ait, ikimizin dışında. Mahlaslı mektup yazmayı öğrendim. Dokunmadan, konuşmadan, bakmadan sevmeyi… Hepsinden önemlisi karşılık beklememeyi öğretti. Üstadın dediği gibi elmayı seviyorum diye elmanın da beni sevmesinin şart olmadığını kazıdı beynime. Sadece bir çift gözle varolunabileceğini bir yürekte ondan öğrendim..

En-güzel-karakalem-çalışmaları-2Hayatıma bir kadın girdi… Güzel… Bir içim su deyimi günümüzde daha hafif meşrep bir kullanım alanı buluyor olabilir. Ama o kadın su gibiydi.. Duru.. Gülümsediğinde dünya durur sanıyordum, tenindeki pürüzsüz dokuda kayboluyordum.. Gitti.. Sonra rengi değişti dünyanın. Bir zaman sonra yolda karşılaştık. Gülümseyemedi.. dünya o vakitten sonra dönmeye devam etti. Ve o kadın bana güzelliğin gülümsemekten ibaret olduğunu öğretti.

Hayatıma bir kadın girdi… Farklı… Bana kendimi farklı göstermek zorunda hissettirdi. Ben olmadan kendimi sevdirmeye çalıştım. Onun sevdiği gibi davranmayı ben sandım. Yoruldum, yıprandım. Ve minnettarım ki kendinden kaybetmeye başladığında vazgeçmenin kaybetmek olmayacağını öğretti.

Hayatıma bir kadın girdi. Çalışkan… On parmağında on marifet derler ya, bir gün orda bir gün burda.. Takip etmekten yoruluyordum zamanla. Bana ürettiğim sürece kabul göreceğimi öğretti. Kimisi çok sevdi onu kimisi daha az sevdi. Ama şu an görüyorum ki onu sevenler hayatları boyunca hep yeni şeyler üretti. Üretmenin yaşamak olduğunu bana o öğretti…

el sanatına örnek karakalemDaha sayamadığım nice kadınlar var affetsinler beni. Zaman ve yer sınırlı, yoksa sanmasınlar unuttum öğrettiklerini…Peki ya senin kadınların sana neler öğretti canım kardeşim. Kadınların olmadan ne kadar varsın bu hayatta… “Seni bir kadın doğurdu, o olmasa sen olmazdın” edebiyatı yapmıyorum yanlış anlama. Onların sana neler kattığının farkında mısın..? Kadınlarımı uzaklaştırdığımda hayatımdan, Cartel kapşonlusuyla, ezik, duygusuz, manasız bir mahlukat kaldı benden geriye… Sen de benim gibi misin diye merak ettim sadece…

ENGEL Mİ MESAFELER AŞK YOLUNA?

konuşunAdaya geldiğimden beri çalıştığım kurumun ailelerinin katılımı ile 15 günde bir söyleşiler yapmaya çalışıyoruz. Bir sonraki söyleşinin konusunu son söyleşiye katılanlar belirliyor. Kadın ve erkek farklılıklarını anlattığımız söyleşi sonunda bir kadın katılımcımızdan mesafeli ilişkiler ile ilgili konuşmamız önerisi geldi. Ülkemizin durumundan dolayı sürekli görevlendirmeler ile ayrı kalan dağınık aileler mevcuttu. Erkek bireyler ülkenin doğusunda güç yaşam koşulları ile mücadele ederken, ailenin kadınları ise ikiye katlanan sorumluluklar ve yönetmek zorunda kaldıkları aile krizleri altında bunalmaktaydı. Söyleşiyi hazırlarken farkettim ki bu çok yaygın bir problem artık ülkemde. engel mi mesafelerMemuriyetin tartışmalı personel hakları yönetimi sonrası, ayrı illerde iki farklı çatı altından yönetilmeye çalışan ailelerle doluyuz. Farklı illere atanan öğretmenler, mecburi hizmet yükümlüsü doktorlar, kariyer uğruna uluslararası sulara çekilen dağınık akademisyen aileleri, vatani görev mağdurları, uzak şantiyelerde üç dört aya varan görevlendirmelerle çalışan mühendisler, uzun yol kaptanları vs… Sosyokültürel anlamda her kesime ait artık normal kabul ettiğimiz bir durum mesafeli ilişkiler… Genetik olarak da yatkınız aslında bu tip ilişkilere… Mevsimlik işçiler, büyükşehirlere ailesini bırakarak gelenler, alamancılar ve daha nicelerinin olduğu aileler var geçmişimizde. Ne değişti derseniz artık iletişim metotları arttı. Postacı yolu gözlenen ve ayda yılda bir sadece sağlığından haberdar olmaya çalıştığımız zamanlar çok geride kaldı. Artık kopuk yaşanan aile hayatlarımızdan günlük olarak haberdar olmaya gayret ediyoruz.

just married

Hane birliğini sağlayamadığımız evliliklerimiz, “evli” kelimesinin paradoksunda ziyan olurken, bu durumu hafifletmek adına neler yapabiliriz dersiniz. Bunu konuşabilmek için evlilik dediğimizde aklımıza tek kelime ile ne geldiğine göz atmak gerekir. Benim katılımcılarım, sevgi dedi ben koşulsuz kelimesini müsaade isteyerek başına ekledim. Kadın katılımcılarımız “ilgi” dediler, anlayış, saygı, kabul (ben yine başına müsaade isteyerek koşulsuz ibaresini ekledim.), sabır diyenlerimiz oldu. Hatta uzun uzun sabretmek ile katlanmak arasındaki farkı tartıştık. Güven olmazsa olmazlar arasındadır diyenler tamamına yakındı. Evliliğin içinde olmazsa olmaz bu saydıklarımızdan kaçı için arada mesafe olmaması gerekir? En uzun mesafe sırt sırta dönmüş iki sevgili arasındaki mesafedir derler, koca bir dünya vardır aslında arada. Mesafelere rağmen yüzyüze bakar kalabilmenin yollarını arayalım dilerseniz. Geneli soyut olan bu kavramların somut karşılıklarını aramakla başlamalıyız önce. Yazının bundan sonrası tavsiye niteliğindedir. Bazı internet sitelerinin kullandığı liste formatına geçmemek için biraz çaba harcasam da sonu konusunda yine de garantide bulunamıyorum, mazur görün.

berber dizi izleOrtak şeyler yapın. Aynı anda aynı diziyi izleyin mesela. Diziler artık hepimiz için ortak kabul edilebilecek kaliteli zaman araçları. Artık her dizinin internet üzerinden tüm sezonlarına ulaşılabiliyor. Yerli nostaljik diziler, tüm dünyanın aynı zamanda takip etmeye çalıştığı yüksek bütçeli güncel diziler, ya da şu an ulusal kanallarımızda olan diziler. Bu faaliyetin en önemli yanı karşı tarafla mesafelere rağmen ortak faaliyet yapabilmek ve bundan daha da önemlisi sonrasındaki konuşmalarda ortak konuların devamlılığını sağlayabilmek. Çünkü canım kardeşim bir süre sonra bakıyorsun ki tüm konuşmalar rutinin içinde bunalıyor, sadece mevcut uzak yaşantılarımızın ne kadar zor olduğu ve kimin hayatının daha büyük zorluklar içinde olduğunun ıspatına hizmet ediyor.

kadın duş

Daha önceki bir yazımda, banyo olayına ne kadar çok önem verdiğimi biliyorsunuz. Evli çiftler fırsat bulduklarında mutlaka beraber banyoda vakit geçirmeliler. Arada mesafeler olduğunda aynı anda aynı yerde bulunmak hayalgücünüzü canlı tutmaya katkı sağlayacaktır. Çiftlerin birazdan banyo erkek duşyapacaklarını söyleyerek ara verdikleri telefon konuşmaları aradaki özlemi arttırdığı gibi, hayal dünyasındaki beraberliklerinin devam etmesini sağlayacaktır.

Ertesi gün eşinizin neler yapacağı ile ilgili fikir sahibi olun. Ve akşamında bu faaliyetle ilgili çok ufak sorular sorun. Hala gündelik hayatından da haberdar olma arzusunda olduğunuzu hissettirin. Bu konuşmalardaki dozun hesap sorma formuna geçmediğinden emin olun. Hesap soruluyor olmak rahatsız edici de olsa emin ol canım kardeşim önemsenilmiyor olmaya tercih edilebilir.

Eşinize ait olan bir sorumluluğu, kilometrelerce uzaktan onun üzerinden kaldırmak tabi ki çok değerli olacaktır. Ona ait bir faturayı uzaktan ödemek ya da onunla aynı coğrafyadaki bir arkadaşınızdan sizin adınıza onun bir sorumluluğunun hafiflemesine katkıda bulunmasını istemek ilginin somuta dönüşen hali olması açısından bence çok değerli.

onun ayakkabılarıEmpati yapmak çok önemli ama daha da önemlisi bunu karşı tarafa aktarmak. Empatinin en sevdiğim tanımı; “karşınızdakinin haklılığını anlamak.” Sizle aynı düşünmese de haklı bir tarafı olabileceğini aklınızdan çıkarmamak. İngilizler “onun ayakkabıları ile yürümek” diye bir söz kullanıyorlar, ne kadar doğru.. Ben ne haldeyim biliyor musun yerine şu an ne kadar zor şartlarda olduğunu anlıyorum demek karşı tarafı oldukça rahatlatıyor. Anlaşılmanın içimize kattığı huzuru tariflemek çok zor.

kadın hediyeMesafeleri yakın kılmanın bir diğer yöntemi de jestler yapmak. Onun anlayabileceği tarzda ona hitap eden ufak jestler oldukça mutlu ediyor. Burda bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Daha önce yazdığım denge isimli makalede erkek kadın arasındaki erotizm-romantizm dengesinin öneminden bahsetmiştim. Bu jestlerde bu dengeye hitap etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir erkek için kalp balonlarla donatılmış çikolata kasesi nasıl ki kadın tarafında olduğu kadar etkili olmuyorsa, bir kadın içinde içinde erotik çağrışımlı baskılar olan bir oyuncak o kadar etkisiz hatta rahatsız edici olabiliyor. Yani demem o ki, kendine ne alınmasını istiyorsan karşı tarafa onu alma, azıcık araştır, romantik taraf başka, erotik taraf başka…

tel sexUzak ilişkilerin en sancılı taraflarından biri de mahrem alanların artık olmayışı. Ama yazıştığınız platform tamamen ikinize ait. Bu alanda mümkün olduğunca açık bir dil kullanın, mahrem içeriklerle donatın. İkinize ait ve kimseyi ilgilendirmeyen bir dünya kurun. Yatak odaları insanların kendini en özel ve güvende hissettikleri mekanlar. Bunun sanal bir şubesi ile bu boşluğu by-pass geçmeye çalışın. Evliliğin olmazsa olmazı mahremiyeti görüşme metodlarınızın arasına saklamayı hafife almayın. Konuşmalarınızda, yazışmalarınızda eşinizin gizli ve sadece size hitap eden benliğini okşamayı ihmal etmeyin. Eskilere ait özel anılarınızı hatırlatın ve ilk fırsatta karşılaştığınızda uygulamak üzere literatürünüze yeni heyecanlar ekleyin ve merak duygusunu kaşıyarak bunları birbirinizle paylaşın.

güven

Güven arada mesafe olduğu zamanlar en zor tahsis edilen ve korunan duygumuz. Günlük hayatınızda şüpheye mahal verdirmeyin. Bu duyguyu sarsmamak için yaptıklarınızdan haberdar edin, rahatsız olma ihtimali olan durumlarla karşılaştığınızda bunu başka kanallardan duyma ihtimali olduğunu unutmadan mutlaka paylaşın. Eşinizi denetlemeye çalışmayın, zira bu denetimi yapamayacağınızı bilmek sizi daha büyük bir boşluğa itecek ve karşı tarafı daha yaşanamaz bir hayata sürüklediğinizi farkedemeyeceksiniz. Ona güvendiğinizi söylemeyin ama bunu hissettirin. Söylemlerinizden daha önemlisi eylemleriniz. Hele ki bu ikisinin ters düştüğü durumlarda eylemleriniz daha çok göze batacak, farkedeceksiniz.


Oyunu kurallarına göre oynadığınızda göreceksiniz ki mesafeler engel değil sadece ilişkilerdeki varyasyonlar ve güzel tecrübeler. Geçenlerde gördüğüm bir sözle yazıyı noktalayalım, “ birini gerçekten sevdiğinizde onun yaşı, aradaki mesafeler, boyu, kilosu sadece lanet birer sayıdır.” Sayıları bırakın, sevdiğinize odaklanın… Şimdilik sağlıcakla kalın…

AŞK BU KIZILÖTESİ….

infrared kalpKızılötesi, iletişim alanında kısa mesafelerde veri aktarmak için kullanılan bir teknoloji. Bu şarkıyı duyduğum zaman mesafenin kısa olma şartı doğru mu diye düşündüm. Sadece ben değil, Kenan Doğulu da düşünmüş ki “Engel mi mesafeler aşk yoluna” diye sorma gereği duymuş. Önce ikili ilişkilerimizde kullanabileceğimiz iletişim metodlarını hayatımıza giriş sırasına göre hatırlatmak istedim.

Dumanla haberleşme çağında yaşanan ilişkileri saymazsak yazının insanoğlunun hayatına girmesiyle birlikte duygu ve düşünceler mesafeler arası transfer olmaya başladı. Mektup konusuna aşinalığınız var mı bilmiyorum, yaşınız ya da ilginiz bu yöndeyse mektupla ilişki yürütmenin iyi ve kötü yönleri hakkında fikriniz vardır. İyi bir mektup fanatiğiydim ben. Ortaokuldan itibaren mektup arkadaşlarım vardı. Lise’de mahlas kullanarak yirmiye yakın mektup yollamışlığım vardır platonik sevdiğime… (yakalanınca tüm büyüsü kaçtı tabi) Üniversitede duygusal yoğun olduğum ama itirafı dostluk engeline takılan arkadaşlarıma da mektup yazmışlığım vardır.
mektup2Mektubun şöyle bir dezavantajı var, duyguların iletilmesi gerçek zamanlı değil. Gerçi bu bazen avantaj da olabiliyor. Çok sinirlendiğiniz bir şeyi anlatmaya çalışırken karşı tarafın bunu gayet sakin bir şekilde okuyacağını unutmamanız gerekiyor. Onun cevabı elinize geçtiğinde o ilk sinirinizden eser kalmamış oluyor. Ayrıca mektup size
defalarca okuyup kontrol etme şansı sağlıyor. Aynı zamanda bu da size, yazdığınız herşeyden sonuna kadar sorumlu olma zorunluluğu getiriyor. “Yanlışlıkla yazmışım” deme lüksünüz yok, “ben onu aslında anneme yolluyordum sana mı gelmiş” deseniz olmaz, “çok sarhoştum” bahanesi mektup yoluyla hiç kullanılmış mıdır bilmiyorum ama zannetmiyorum. Mektubun en çok savunduğum tarafı ise yazmak iyileştiricidir. Duygularınızı yaşamaya yetecek kadar size zaman tanır. Belki de eski sevdaların böylesi uzun sürmesi bundandır.

ankesörSonra telefon girdi hayatımıza… Önce yazdırmalı dönem ki bu dönemin sevgililer arası iletişimindeki fayda ve zararları ile ilgili kullanıcı tecrübem yok. Sonrasında kişiselleşmiş (haneselleşmiş daha doğru olabilir) kullanım ile birlikte her ev bu teknoloji harikasından nasibini almaya başladı. Telefon ile uzun sohbetler ve günlük ulaşıma olanak sağlayan bir iletişim girdi hayatımıza. Duygu aktarımında tahmin yöntemi başladı. “Sesin kötü geliyor, hayırdır hasta mısın?” ya da “kesin sende bir şey var tutuk konuşuyorsun” gibi yüzlerce örneği yaşamışsınızdır. Artık duyguları naklederken arada zaman yoktu. Yalnızca sesin nakline müsaade olduğu için duyguların tahminleri sesin o anki durumuyla ilişkilendirilmeye çalışılıyordu. Ki hoş, bu metod hala anneler arasında sıklıkla kullanılıyor.

cep telefonuCep telefonları ve internet benzer zamanlarda yerini aldı ikili, mesafeli iletişimimizde… Cep transfer vardı hatırlayanlarınız bilir, gece belli bir saatten sonrası beleş olan. Ne ilişkiler heba olup gitti o kadar uzun telefon görüşmelerine alışık olmayan bünyelerimizde. Konu bulmakta zorlandıkça “ben zaten nefesini dinliyorum” erotik bahanesinin yanında uyuyakalmalar, telefonu kenara bırakıp kitap okumalar ve daha niceleri… Öyle demeyin iletişim ciddi bir maliyetti. Çaldırmanın “aklımdasın” anlamına geldiği yıllardan bahsediyorum. 99 cevapsız aramanın ekranda göründüğü andaki tarifsiz kalp atışları. Başınıza neler geleceğini anladığınız zamanlar. Bu cep transfer olayı devrim niteliğindeydi. Kısa mesaj tarifelerinin ucuzlaması ile çok sevdik gün içinde kendimizi hatırlatmayı. 160 karakterle sınırlı trip atmalar. Hatta 160 karaktere sığamayıp, BoşlukKullanmadanYazmalar, sssz hrf ykmş gb dvrnmlr. Veee yanlışlıkla atılan mesajlar. Aksi gibi rehberde ilk sırada “Abim” olur. Siz düşünün gerisini artık. Doğru kişiye atılan yanlış mesajlar da var tabi. Bir arkadaşım uzaktaki sevdiceğine “kokunu çok özledim” yerine “kukunu çok özledim” yazıp gönderdi diye kriz yönetmek zorunda kalmıştı.
ircİnternet sohbetleri önce IRC sohbet odaları ile girdi hayatımıza. “Özele gel” mesajı ile başlayan ya da var olan ilişkideki iki kişinin kendine iletişebilecekleri sanal mekan bulması sistemi üzerine kuruluydu bu sohbetler. Nickname ile orda tanıştık, hatırlarsınız yazının başında dediğim gibi biz ona yazılı metinlerde mahlas diyorduk… Sonrasında kişiselleşmiş numaralar ile ICQ ardından görüntülü görüşme ve MSN birbiri ardına hayatımızda yerlerini aldı.
Facebook geldi ve kendimizi, olmak istediğimiz gibi ifade edebileceğimiz bir duvar verdi bize. Hatıra defterlerinin kısıtlı yüzeyinde “bana kalbin kadar temiz bu sayfadan…” diye başlayan bir kaç dize ile süslenmeye çalışılan boş anı defteri sayfalarının çok daha gelişmiş haliyle karşı karşıyaydık. Hem kendi derdimizi kitlelere anlatabiliyor hem de arkadaş çevresi dediğimiz kalabalıktan gereğinden fazla da olsa haberdar olabiliyorduk. duman facebookBu kadar kalabalığa ihtiyacımız var mı tartışılır. Örneğin ilkokul arkadaşın, hayatının bir evresinde var oldu ve sen onu tekrar bulana kadar uzun bir süre meşguliyetlerin arasında yer almadı. Artık onun evlilik yıldönümünde eşine aldığı hediyeyi paylaştığı iletinin altına, sen de kutlama cümleleri yazma gereği duyuyorsun. Aynı şekilde nerde tanıştığını bile unuttuğun yüzlerce insan, doğumgününde senin için çok önemli olanlar ile aynı sıraya girip, duvarında kutlama mesajları oluşturuyor. Aslında çok da farkında olmadan çok da işlevsel olmayan bir trafiğin içinde bulduk kendimizi. Bundan daha önemlisi ikili iletişimimizi kitleler önünde yapma geleneği başladı. Aynı evde yaşayan çiftler birbirilerini ne kadar çok sevdiklerini, birbirilerinin duvarları üzerinden söyleme gereği duyar oldu.

mavi tık 3Ve sonra iletişim alışkanlıklarımızı altüst eden akıllı telefonlar hayatımızdaki vazgeçilmez yerlerini aldı. Whats-app diye bir şey hayatımıza girdi ki sormayın. İletişimdeki en büyük bahanemizi, bundan da daha önemlisi en büyük tesellimizi elimizden aldı. Yoksayılmışlığın dehlizlerinde yapayalnız bıraktı bizi. Telefonla aradığımızda telefon açılmayınca evde yoktur diyorduk. Cep telefonları çıkınca duymamıştır, arkadan mesaj attık dönmediyse görmemiştir. Ama bu whats-app denilen amca dedi ki ilk tık sen gönderdin.. ikinci tık.. ona ulaştı.. veeee mavi iki tık. Okudu ama seni yeterince önemsemiyor. Yoksa dönerdi. Ve artık günümüzde hatrı sayılır bir tripleşme malzemesi oldu bu mavi tık. Gerçi artık kapatılabiliyormuş ama eminim siz de herkes kadar kapatabilme konusunda cesursunuzdur.

Arada mesafe olduğunda bu iletişim metotlarını nasıl verimli kullanalım ya da uzak mesafeler aşka engel mi diye yazmaya yakında devam edeceğim. Ama ufak bir ipucu vermek gerekirse “Aşk” kızılötesinden sanki daha ötesi.. Sağlıcakla efendim…

BENİMLE OYNAR MISIN?

Benimle-oynar-mısınSu olsam, ateş olsam 
Göklerdeki güneş olsam 
Konuşmasam taş olsam 
Yine de oynar mısın benimle 

Susulsam kusur olsam 
Ağızdaki küfür olsam 
Doğuştan esir olsam 
Yine de oynar mısın benimle 

Sayılmasam kaç olsam 
Toprakdaki güç olsam 
Aptal gibi suç olsam 
Yine de oynar mısın benimle 

Benimle oynar mısın 
benimle oynar mısın?

Artık bu şehir ozanını ne kadar çok önemsediğimden bahsetmeme gerek yok. Ne zaman ki gördüğüm bir şey Ortaçgil sözleri ile çelişiyor, anlamlandıramadığım biçimde bende bir yazma isteği uyandırıyor. Suç olsam, kusur olsam, küfür olsam yine de oynar mısın diyor adam, yurdumdaki bazı valilikler eğer içinde suç varsa oyun olmaz diyor.

Oyun hakkında epeydir yazmak istiyordum. Geçenlerde gördüğüm bir haber sonrasında daha ön sıralara almak istedim bu konuyu. Antalya valiliği 18 yaşından küçükler için bazı oyunların internet salonunda oynanmasını yasaklamış. Daha önce bir kaç ilde daha buna benzer uygulamalar vardı ancak bu sefer ki diğerlerinden biraz daha kapsamlı.

candyOyun hayatın vazgeçilmezi. Doğduğumuz andan öldüğümüz ana kadar tarz ve şekil değiştirmekle beraber hep hayatımızın içinde yer alıyor. Önce evcilik oluyor, sonra evliliğimizin kendisi oluyor, cinselliğimiz oluyor. Oyunun doğasında merak ve başarma azmi var. Çok satan oyunlarda ana unsur etap geçmenin sana katacağı başarmış olma memnuniyeti ve bir sonraki etapta neyle karşılaşacağının sende yarattığı merak. Yoksa kendi sınırlarınızı zorladığımız kendi kendinize oynadığınız “candy crash” böylesi devasal rakamlara satılmazdı.

Tabi ki bazı oyunlar yaş gruplarına göre sakıncalı öğeler içerebilir, ancak benim itirazım şu an bulunduğumuz yaşam çağı bölümlerine denk gelen oyunların içeriklerine ve nasıl oynadığımıza bakmadan, çoktan empati yapma duygusunu yitirdiğimiz daha küçük yaşlarımız ile ilgili ahkam kesme çabamız. Olayların neden sonuç bağlantılarını görmeden “ o zaman yasaklayalım gitsin” anlayışımız. Belki de benim de çocukluğuma inmek lazım. Gereğinden fazla muhalif kalabiliyorum içinde yasak geçen haberlere. Ondört yaşımdan beri sakıncalı olduğu iddia edilen herşeyin önce yasaklanma yoluna gidildiği bir disiplinden geliyorum. sigaraSigara yasaktı, hatrı sayılır oranlarda lisemde tüketilmekteydi. Porno ile ilgili yasaklar vardı, o zaman koşulları ile rekor sayılabilecek gigabyte’larca arşivler mevcuttu. Hatta yatılı okul bölgesine yiyecek sokmak yasaktı, o çerezleri sokabilmek için çantalarımızın içine yaptırdığımız zula gözleri, sınırdan kaçakçılık yapabilecek kadar profesyoneldi. Demem o ki yasak demekle bitmiyor tam tersi insandaki merak duygusu ateşleniyor, daha cazip hale geliyor. Sizce bu oyunların yasaklanması bu oyunlara olan ilgiyi azaltır mı, daha da önemlisi satışlarını düşürür mü? Bu oyunların hepsinin üzerinde +18 ibaresi mevcut. Ama 18 yaş altı nüfusa ulaşması konusunda bir sıkıntı yok. Bu oyunların, zamanın kiralanması yöntemi ile oynanan işletmelerden kaldırılması ile istenilen amaca ulaşılabilinir mi? Evlerde oynamaya devam eden nispeten daha varlıklı, en azından kendine ait oyun konsolu olan grubun ayrıcalıklı durumu, onları şiddet ve cinsel içerikli zararlardan (?) korumaya yetecek mi?

counter strikeEsas düşünmemiz gereken içinde şiddet içeren oyunlar Türkiye’de neden en çok satan oyunlar listesinde ön sıralarda yer alıyor? Yani demek istediğim şiddete meyli olan çocuklar (öfkesi içine birikmiş, anlaşılamamış, engellenmiş, ilgiden yoksun, kendini yalnız hisseden) daha çok şiddet içerikli oyunlar oynuyor olabilir mi? Ben şahsen şiddet içerikli oyunlar oynayan çocukların şiddeti normal olarak görüp şiddet yolunu seçmekte bir sakınca görmediğine inanmıyorum. Akıtılamayan öfke ve engellenmişlik duygusu önündeki bariyerlerin içinden geçen sanal yolaklar olarak bu oyunların kullanıldığını düşünüyorum.

baba oğulHer akşam babasıyla beraber “Counter Strike” oynayan ve aralarında tatlı bir rekabet ve oyuna bağlı jargon oluşan çocuğun bu oyundaki şiddetten etkilenmesi mümkün müdür? Demem o ki canım kardeşim, bilgisayar oyunları çocuklarınız için zararlı değil, o oyunları oynarken ekran ile ruhları arasına sıkışmış yalnızlıkları ve bu yalnızlıkla başa çıkmak için başvurdukları sanal kalabalık yaratma hisleri asıl üzerinde tartışmamız gereken kısmı oluşturuyor. İster 5 yaşında tablete bağımlı (?) olsun, ister 15 yaşında oyun konsollarına mahkum olsun, eğer ki olayın içerisinde geçirilen zamanın içinde size de ait paylaşılmışlık varsa zarardan çok yararı olduğunu söylemek zor değil.

erotic gamesGelelim, şiddet gerekçesi ile değil de, cinsel içerik nedeniyle 18 yaş altına yasak olan oyunlara… Burada her ne olursa olsun cinsel içerikli diye kısıtlanan hiçbir materyalin sınırı 18 olmamalı diye düşünüyorum. Merak edilen cinsel içerikli soru veya konu 18’li yaşların sonrasına bırakılmamalı. Cahilliğime verin, bir bilgisayar oyununun içerisindeki nasıl bir cinsel içerik 17 yaş için sakıncalı olabilir. Mutlaka vardır ancak ben adı geçen oyunlar ile ilgili az çok bilgim olmakla birlikte cinsel gelişime ters düşeceğine denk geldiğim bir sahne ile karşılaşmadım. Önemli olan sizin aracılığınız ile ya da sizin yönlendirmeniz ile doğru ile yanlışın muhakeme yeteneğinin kazandırılması. Yani suç olsun, kusur olsun, hatta içinde biraz da küfür olsun çocuğunuzun “benimle oynar mısın?” çığlığına kulak verin. Kendinizi geliştirin. Oğlumun anneannesi ile PES (meşhur bir futbol oyunu) oynarken anneannesinin “-ama bu resmen ofsayt” diye itiraz etmesindeki tatlılığı ve çabayı gördüğüm için hepinizin bilgisayar oyunları konusunda gelişebileceğinize olan inancım sonsuz. Yasaktan ziyade onun hayatında oyunun dışında kalmadığınız sürece ona zarar verecek hiçbir içerik olamaz, rahat olun.

+18Laf aramızda son zamanlarda sitemin istatistiklerine baktım da bir düşüklük söz konusu. Acaba ben de 18 yaş altı için yasaklasam mı sitemi ne dersiniz? Belki istatistiklere bir katkısı olur 😉 Oyunla kalın…

Ada’yı sevmek…

cittaslow gökçeadaHayat kavşaklarından birini yaşıyorum bugünlerde.. Benden son zamanlarda haber alamayanlar için hatırlatma yapayım, asgari iki yıl süreyle Gökçeada’da yaşayacağım. Yaşam alanı konusunda bukalemun ruhlu olduğum söylenebilir. Geçmişim de Hakkari gibi mahkum ve mahrum coğrafyalar da var, İstanbul, Ankara (?) gibi metropoller de… Çaba sarf ederseniz eğer sevmeye değer çok şey bulur ya da bulamadıklarınızı da yaratma fırsatınınız oluyor küçük coğrafyalarda. Ada hayatına başladığımdan beri defalarca kez “ada da hayat nasıl?” sorusuna maruz kalıyorum. Bu soruya cevap ararken kullandığım argumanlarda ortak noktalar dikkatimi çekti. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.

gokceada_6971Bir ada’yı sevmek… Bir aday’ı sevmek.. İkisi de çok benzer geldi bana. Hayatınızın bir kısmına şahitlik edecek, seçerek ya da seçmeye zorlanarak vakit geçireceğiniz bir yer ile hayatınızda bundan böyle var olmaya karar vermiş, hayatınızın devamına şahit olmaya aday birini sevmek bir çok yönden birbirine benziyor.

Hayatımın hatırı sayılır bir kısmını metropollerde geçti. Metropollerde yaşamayı bekarlığa benzetiyorum. Keşmekeş, düzensiz… Hayat daha bir süratli akıyor o zamanlarda. Ve bir şekilde yakalamaya çalışıyorsunuz. Çoğu zaman yorgun, eğlenceli ama kendini dinlemeden, hayatı dinlemeden geçip gidiyor. istiklal caddesiÖzgürsünüz, ya da oldukça özgür olduğunuzu zannediyorsunuz. Daha çok yoruluyorsunuz, ama hep bir şeyler eksik kalıyor. İstediğiniz her şeye ulaşma şansınız olduğunu biliyorsunuz ama ulaşması çok basit şeylere dahi ulaşmaya üşenir hale geliyorsunuz. Çünkü ihtiyaçlarınız ulaşılabilir ama ulaşması zahmetli ve yorucu.

Sonra hayatınızda bir şeyler değişiyor, isteyerek ya da zorunluluktan kendinizi metropolün dışında, bir adada buluveriyorsunuz. Ya da diyelim ki evleniyorsunuz;)

Önce güzel olan yerler büyüyor gözünüzde, küçük şirin kafeler, yaşayacağınız yerde bir sahil olmasının verdiği mutluluk… Hepsi oldukça keyifli geliyor. Sonrasında gün doğumu, gün batımı manzaralarına büyüleniyorsunuz. Büyük metropollerin keşmekeşliğinden sonra adanın sakin huzurlu hayatı kulağınıza çok hoş geliyor. Sizin için bir balayı kadar masum ve inanılmazdı yaz tatillerinde geçirdiğiniz huzur dolu bir kaç ada günü.. avlu meyhaneO günlerin ışığında bir süre sorun yaşamadan, kardeş kardeş, mutlu mesut yaşıyorsunuz. Fakat zamanla olayın büyüsü kaçıyor. Adalıların kullandığı “ada psikolojisi” diye bir tabir var. Kısıtlanmışlığı her bir hücrenizde hissettiğiniz, bir kapana kısılmışlık, mahkumiyet ve mahrumiyet hissi… O ada psikolojisi tüm benliğinizi sarıyor. O başlarda hayran olduğunuz dinginlik üzerinize üzerinize gelmeye başlıyor. O çok sevdiğiniz kafeler bir bir kapanıyor. Kış geliyor. Başlarda keyif aldığınız denizin kenarında olmayı artık önemsemediğinizi hatta denize olan mesafenizi farketmediğinizi farkediyorsunuz… Rüzgar ve yağmur kemiklerinize işliyor. O yetişememeye alıştığınız zaman artık bir türlü geçmez oluyor. Rutinlerin arasında kayboluyorsunuz. Çürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sadece adada yaşamaktan bahsediyorum şu an. Evliliğin ilerleyen yıllarından bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın;) Lodoslu günler geliyor. Anakara ile aranızdaki tek bağlantı olan feribot seferleri aksamaya başlıyor. gökçeada feribotMecburiyetin üzerine bir de mahkumiyet ekleniyor. Her şeyden birer tane olan, sattığı ürünün ismiyle (naykçı, paşabahçeci) anılan dükkanlara mahkumsun. Yaşam enerjinin yavaş yavaş üzerinden çekildiğine şahit oluyorsun. Aynı rutin işler, aynı yüzler, aynı tatlar ve dolaşırken size volta tadı veren aynı sokaklar…

Ve bir karar verme zamanı geliyor. Ya size adayı sevdiren o balayı sürecindeki tüm olumlu kısmı azar dozlar halinde hayatınıza entegre etmeye başlayacaksınız ve yaşadığınız her ada zamanından keyif almak için bahaneler yaratmayı alışkanlık haline getireceksiniz ya da depresyonun kucağına atacaksınız kendinizi ve şafak sayan asker rolüne bürünüp, ada dışındaki her anıyı özleyip o anlara kavuşacağınız günü iple çekeceksiniz.

Ben ilkini seçtim canım kardeşim. Her iki durum içinde ilk yoldaki kuralları yaşam felsefem yaptım. Evliliğimi cennete çeviren ve her günümü ilk günkü heyecan ve balayı gizemi ile yaşama gayretimi, bu küçük coğrafyada cennetimi kurmak için aynı şevkle harcıyorum. Bundan 13 yıl önce seçtiğim aday’ı, aynı aşk ve telaşla her gün tekrardan sevmek ve her seferinde yeniden keşfetmek bana nasıl haz ve keyif veriyorsa, benim seçimim olmadan geldiğim bu ada’yı sevmek ve barışık kalmak için her gün daha güzel bir yanını keşfetmek ve rutinlerin dışında bir hayat yaşamak aynı ölçüde beni mutlu ediyor ve edecek. ailecekEğer hala “adada hayat nasıl?” diye sorarsanız; nadiren acı, genelde tatlı… Kendimi ona teslim ettiğim zamanlarda huzurlu… O sakin duruşunun yanında bilinmezlikleri ile oldukça heyecanlı… Her seferinde daha güzel bir yanını keşfetmeye müsait. Hep bir açık kapı bırakıyor, teslim olmuyor, tükenmiyor, bitmiyor. Bu gizemli duruşu ona olan tutkumu her gün körüklüyor… Ve bu durum evliliğimden olsa gerek oldukça tanıdık geliyor.

Başka Nasıl Sevmek Var…

gündoğarkenBir dokun, bin ah işit, bugünlerde böyleyim 
İster kal, ister git tarifsiz kederdeyim 
Gösterdin aşkın ucunu, öyle bıraktın gittin 
Bana attın suçunu, davayı ben kaybettim 

Ah olmaz, olmaz, sensiz olmaz, sensiz olmaz 
Yanıyor yanaklarım, gözyaşlarım durulmaz 

Aşk tanımaz gece gündüz birbirine katar gider 
Ne bahar dinler, ne güz güze bahar katar gider 
Ben böyle aşk görmedim, daha neler görmek var 
NE İSTEDİN DE VERMEDİM, BAŞKA NASIL SEVMEK VAR 

Ah olmaz, olmaz, sensiz olmaz, sensiz olmaz 
Yanıyor yanaklarım, gözyaşlarım durulmaz .”Ah Olmaz

Çok sevdiğim bu Grup Gündoğarken şarkısını ne zaman dinlesem o mısraya takılır giderim. “Ne istedin de vermedim, Başka nasıl sevmek var…” Sahi, nasıl sevsinler sizi… Sevginizi nasıl alırsınız.?

“Nasıl sevsinler sizi” dediğimde eminim hepinizin farklı farklı cevapları var. Genelde soyut kavramlar üzerinde yoğunlaşır cevaplar. Gönülden, aşkla, değer vererek, ilgisinin merkezine beni koyarak vs… gururlar, onurlar, havalarda uçuşacak. En sevdiğim cevaplardan biri de “adam gibi”… yani bu kadar somut bir kelimeye bile yüzlerce ve kişiye bağımlı anlamlar yükleyerek soyutlaştırıyoruz… Sen başka şeyler anlıyorsun adam gibi sözünden, ben çok farklı şeyler, İbrahim Sadri ise bambaşka kriterleri katıyor adam gibi sevmek dediğimizde. Bu soyut kelimelere en çok fantezi ya da arabesk müzik tarzında karşılarız. Takdir edersiniz ki birbirini anlayamayan, mutsuz ilişkilerden beslenen tarzlardır. Soyut mutluluğu getirmiyor, somutlaştırılmadığı sürece karşıya aktarılmıyor. Birbirini anlayamayan çiftlere dönüşmek ne yazık ki kaçınılmaz oluyor.

Masallar gibi başlayan aşkınızın nasıl oluyor da bu hale geldiğine anlam veremiyor olabilirsiniz. Bütün bir ömrünüzü sıkılmadan yanında geçirebileceğinize şüpheniz yokken ne oldu da bu kadar yanında olmaya tahammül edemez oldunuz. İçinizdeki bu öfkenin kaynağı ne? Oysa ki herşeyi yapmıştınız. Saçınızı süpürge ettiniz, ömrünüzü adadınız, ne dediyse kabul ettiniz, ailenizi karşınıza aldınız, en özel anlarınızı, temaslarınızı ona sakladınız, tüm maaşınızı yatırarak doğum gününde çok sevdiği o telefonu aldınız. Daha ne yapacaktınız. Tekrardan şarkıya dönecek olursak, Ne istedi de vermediniz, başka nasıl sevmek var…?

HONDA, Hayat onda…honda

Öncelikle yasal uyarımızı yapalım bu yazı da ürün yerleştirme yapılmamaktadır 😉 Çok severdim bu sloganı. Bu marka bir motosiklet sahibi olmamın ve o motosiklet ile çok güzel anlar yaşamış olmamın bu durumla bir bağlantısı var mı bilmiyorum. Geçen ay katıldığım bir eğitimde akronim olarak karşıma çıktı. Sevgi dillerinin kısaltması olarak geçiyordu bu kelime. Motosiklet markamın olmasından dolayı değil artık, bu yeni öğrendiğim kısaltmadan dolayı daha çok seviyorum. Hakikaten artık canı gönülden inanıyorum bu mottoya.

Beş Sevgi Dili Gary Chapman’ın kitabı. Sevgi dillerini beş ana grupta topluyor. Kitaptaki sıralamayı biraz değiştirecek olursak önümüze güzel bir akronim çıkıyor. Hizmet, Onay, Nitelikli beraberlik, Dokunma, Armağan (HONDA).

İlişkilerdeki en büyük uyuşmazlıklar bu sevgi dillerinin hiç uygulanmamasından ya da sevgiden beklentinin farklı dillerde takılı kalmasından kaynaklı oluyor. Bunun en güzel örneğini babasıyla olan anlaşmazlığından bahseden bir danışanımda görmüştüm. Çocukluğundan bahsederken dedi ki “hocam öyle her pazar lunaparka götürmekle baba olunmuyor, insan bi kere olsun saçımı tarar…”baba saç tara Babayla tanışma şansım olmadı ancak onunla bu durumu konuştuğumuzu varsayalım. “Ben de anlamadım hocam bana niye böyle nefretle davranıyor. Cumartesi dahil çalışıyorum. Her pazarımı kızıma ayırdım. Hafta boyunca ne kadar yorulursam yorulayım bir kere olsun ona belli etmedim, her pazar lunaparka götürdüm” Sizce de buna benzer bir savunma ile karşılaşmazmıydık. Kızının kurmuş olduğu bu cümleyi duysaydı eminim “ o kolay hocam, bunca yıllık düşmanlığının nedeni saçını taramamak mı? Söyleseydi tarardık.” Söyledikten sonra ne kıymeti var dediğinizi duyar gibiyim. Kıymeti var canım kardeşim. Kıymeti olmaz mı hiç? Senin sevgi dilin adamcağızın içine doğmuyor? Ya da eşinden tek beklentinin, sen maç izlerken bir elmayı soyup önüne koyması olduğunu o kadıncağız anlayamıyor.

Bu saydığımız beş sevgi dilinin hepsi az ya da çok hepimizde mevcut. Ancak bunların içerisinde bir tanesi var ki bizim için vazgeçilmez. Yani demek istediğim bunların hepsi yapıldığı vakit kendimizi seviliyor hissederiz. Ama bir tanesi var ki yapılmadığında kendimizi sevgisiz hissediyoruz. Hayatımızda boşluk oluşturuyor. Sonrasında o doldurulması çok da zor olmayan boşluk öyle büyüyor ki bir daha onulamayacak hale geliyor ve istenmeyen sonuçlardan birisi olan paralel bir ilişki ile doldurulma çabasına dahi girilebiliyor.sevgi

Erkeklerin temel sevgi dilleri hizmet ve onay olduğunu söylersek pek yanılmış olmayız. Hizmet ille de kendine olmak zorunda değil. Kendileri namına yapılan hizmetlerde kendine yapılmış hizmetler kadar değerli. Eşinin, ailesine yeteri kadar hizmet etmediğinden yakınan bir erkekle tanışmayanınız yoktur. Bu hikayeleri en çok şahit olanlar ise aile mahkemesinin duvarları. Durum ciddi yani canım kardeşim. Eşinin ailesine gösterilmeyen hürmetin yansıması hizmet sevgi dili ön planda olan partnerini artık tanıyamayacağın hale dönüştürebilecek kadar sevgisiz bırakabiliyor. Kendi ailenin yanında, arkadaşlarının önünde, hatta garip gelecek belki ama navigasyondaki seksi sesli ablanın önünde onun bilgi ve tecrübesine göstermeyeceğin onay cümlesi ileride sevgisizlikten kurumuş bir koca oluşturmak için attığın adımlardan sadece bir kaçı. Ve bundan daha da önemlisi onu onayladığının göstergesi olan güleryüzünden onu mahrum bırakmak onu sevgisizliğin derin kuyularında onu merdivensiz bırakmaya yetiyor da artıyor. Erkeklerin inşa ettiği paralel ilişkilerin başlangıcında giderilmemiş hizmet ve onay sevgi dillerinin olduğunu sıklıkla görüyoruz. Bunu destekler nitelikte sevgi dili hizmet ya da onay olan bireylerin kurduğu paralel ilişkilerde bu sevgi açlıklarını gidermeye meslek ve konum olarak müsait olan, aralarında hiyerarşik bir iş ilişkisi bulunan kişileri tercih ettiklerine şahit oluyoruz. İlişkisi içerisinde oluşan bu hizmet ve onay açlığını, iş hayatı içerisinde doyuran kişilere karşı gönül ilişkisi kurma arzusu ne yazık ki artıyor.onay

Kadınların öne çıkan sevgi dillerinin ise nitelikli beraberlik ve dokunma olduğunu söyleyebiliriz.  Beraber film izleme, dışarıda yemek yeme, güzel başlayan bir gecenin sonunda sarılarak uyuma, bahçedeki salıncakta birer kahve eşliğinde sohbet etme, erkeklerin pek de haz etmediği romantizm başlığı altında değerlendirilebilecek her vakit, nitelikli beraberlik kapsamında değerlendirilebilir. O yüzden baş başa yenilmesi planlanan bir yemeğe başka birinin davet edilmesi (Annen de mi geliyor?) erkeğin pek anlayamadığı bir kriz yaratabiliyor. Ya da kendisinden başka herhangi birine, arkadaşa, aileye ayrılmış olan zamanlar bu nitelikli beraberliğe alternatif bir zaman olarak algılanıp, tartışma nedeni olabiliyor.kahveler

Dokunma ile ilgili en önemli nokta sonrasındaki bir beklentiye hizmet etmemesi. İlişkilerimiz de çok da dokunmuyoruz ne yazık ki. Yatakta tüm vücutların çıplak olarak büyük yüz ölçümleri ile ten teması sevgi dili dokunma olan biri için ayakkabısını bağlamak için eğilirken beli açılan kısmından kaçamak bir temasın doldurduğu boşluğu doldurmuyor. Sonunda bir beklentinin olmadığı sadece sıcaklığını hissetmek için televizyon izlerken kanepeye uzanan ayağının paçası ile sıyrılan çorabın arasında kalan milimetrik temaslar diğer tüm dokunuşların ve sevgi dillerinin çoğundan daha kıymetli oluyor.dokunuş

Bu yazıyı okurken herkes başka bir paragrafta haklı olduğumu düşünürken bir başka paragrafta yazdıklarımı abartılı bulacak. Ama anlatmaya çalıştığım tam da bu aslında. Partnerinizin sevgi dili sizden farklı. O yüzden sizi anlamıyor ve sevilmediğini iddia ediyor. Sevgi dili farklı olduğu için milyarlık arabalar armağan edilen kadınlar, o arabaları tamire götürdüklerinde arabadan inmesi için yardım etmek adına elini tutan, bunu her seferinde tekrarlayan servis şeflerine gönlünü kaptırıyor. Sen bulduğun her fırsatta kocanı yanaklarından ya da fazlasından öperek sevgini gösterirken, o sabahları daha o söylemeden az şekerli türk kahvesinin siparişini veren asistanına gönlünü kaptırıyor.

Ben söyledikten sonra ne kıymeti var deme canım kardeşim. Nasıl sevelim istersiniz sizi, Çekinmeden söyleyin. Çünkü biliyoruz ki bunu yapmak çok zor değil, mutlu olmak çok zor değil bu yolda. Bu işin şifresini en başta söylemiştik. Honda Hayat Onda…

Sevmek, ama öyle böyle değil, “Çok” sevmek…

sevmek..Sevmek ne büyük bir kelime. Kimi zaman bir nesneyi, kimi zaman bir mesleği, bir takımı, bir inancı, bir insanı… En fazla ne kadar sevebilirsiniz, yüreğinizle, bedeninizle…

Bir nesneyi sevmek… Bir araba mesela. Ama öyle böyle değil. Çok sevmek. Her sohbette ondan bahsetmek. Onun içindeyken kendini çok daha güvende hissetmek. Bir araç olduğunu unutup hayatının amacı haline getirmek.oto temizliği Vos-vos gibi, Doğan görünümlü Şahin gibi, M3 gibi sevmekten bahsediyorum. Pazar günlerini ona ayırmak, her kıvrımını bir kadını okşarcasına temizlemek, her bir kaplama için ayrı bir solüsyonu olan o adamlar gibi sevmek. Çok sevmek…

Bir takımı sevmek ya da… Ama öyle böyle değil. Çok sevmek… Deplasmandan deplasmana koşarcasına, sırılsıklam kale arkasında boğazın yırtıla yırtıla, gol sonrası kime sarıldığını bilmeden zıplaya zıplaya sevmekten bahsediyorum. Maç saatlerinde, maçı izleyemesen bile yaptığın iş her ne olursa olsun aklının 90 dakika hipotek altında kaldığı, “Aşk Tutulması” filminde olduğu gibi totem yaparcasına, tepeden tırnağa sarı lacivert akarcasına, Es-Es gibi, Sin-Kaf gibi hayatı iki ton yaşarcasına sevmekten bahsediyorum.fanatizm

Bir görüşü sevmek diyelim… Emeğin arkasında durmak kimi zaman, kimi zaman bir inancın peşinden koşmak. Sorgulamadan, yanılma ihtimalini akla getirmeden, meydanlarda kalabalıklarla, bazen bu görüş için ölme ihtimalini bile bile… İnandığın şeyler daha ağır bastığından… İnandığın her ne ise üzerine örtüleceğini düşünerek, bazen bir marş, bazen bir dua, bazen içinde isyan kokan bir özgün müziğin fonunda son nefesini vereceğini bilerek… Ürkerek ama inandığına saygısızlık olmasın diye ürktüğünü gizleyerek o uğurda ölüme koşarcasına sevmekten bahsediyorum. Tüm sevdiklerinle, tüm değerlerinle, hayatının tüm akışını bu uğurda değiştirebilecek kadar sevmek… Çok sevmek…

(AP Photo/Vadim Ghirda)
(AP Photo/Vadim Ghirda)

Çok sevme canım kardeşim. Kararında sev. Lüzumu kadar. Arabaysa araba kadar, Takımsa takım kadar. Yanlış anlaşılmasın sözlerim ancak yaradansa dahi insanı sevmeye yer kalacak kadar sev. Çocuğunsa ilerde senden başkasını senden daha fazla seveceğini kabul edebilecek kadar sev. “Çok” tehlikeli bir kelimedir, hasta eder derdi hocam, o yüzden çok değil sadece sev.

“Çok” mutluluk getirmiyor görüyoruz. Çok sevdiğini öldürenlerle dolu üçüncü sayfa haberleri. Fanatizmin uğruna feda ettiklerimiz var, onun binlerce katı görüşlerimiz uğruna sevemediklerimiz. Ölümlerin kimilerine üzülemez olduk, ölenler bizim gibi çok sevmediklerinden bizim çok sevdiğimiz değerleri. Sahi biz ne zaman bu kadar “çok” sevmeyi öğrendik birşeyleri… Vatanı, bayrağı, özgürlüğü, inancı insandan ve o insanın yaşama hakkından daha çok sevmeyi ne ara öğrendik?

Çok sevdiğin şeylere beslediğin sevginin tamamının o nesneye ya da değerlere ait olmadığını gör. O her santimetrekaresini parlattığın arabandan daha fazla sevilmesi gerekenler var etrafında… Başkasına bu denli koşulsuz bağlanamamanın bir eseri olabhz.-muhammedilir mi her koşulda savunabildiğin çubuklu forma. Yoksa sende biliyorsun şike de yapmış olabilir ya da en çok sevdiğin forvet kendini yere atmış olabilir son dakikada. Ne kadar çok seversen sev, tam anlamıyla huzurla yatağa yatmanı sağlayamayacak, hep bir açık tarafın kalacak inandığın değerler uğruna birilerini sevemedikçe. O ya da bu nedenle, kimi zaman gurur, kimi zaman öğretilmiş sosyal konumun gereği, aktarılamayan sevgi bazen bir nesneye, bazen bir siyasi öğretiye bazen de mesleğine geçer. Ama öyle böyle değil, “çok” geçer. Kime aitse o sevgi, dağıt artık hayatında. Kimin hakkıysa ona ver.

Hiçbir şeyi ama hiç ama hiçbir şeyi, vatanı, bayrağı, kutsal varlıkları, anne-babanı, çocuğunu, sevdiceğini “çok” sevme canım kardeşim. İnsanı insan olduğu için sevmeye yer kalsın yüreğinde. Tabi ki zevk aldığın şeyler olsun, sevmekten de korkma bir şeyleri.. Hangi takımı tutuyorsun dediklerinde “milli takım” deme mesela.. Göğsünü gere gere bir isim ver. Bir şeyi sevmekten zarar gelmez, çekinme. Sadece “çok” sevme…

“Siz”siz bir gelecek…

17 ağustos gecesi yazmayı planladığım bu yazıyı bugüne kadar ertelemiştim. Duygusallıktan uzak kalmaya çalışarak devam etme niyetindeyim. Ve olayların siyasi ve coğrafi etkilerinden ziyade benim alanımla ilgili temas noktalarından birine değinmek istiyorum.  Bugün tekrar yazma gerekliliği duydum çünkü yine ölüm herkese bir o kadar daha yaklaştı. Bir kez daha öldük. şehitYas ilan edilmesine alışık bir coğrafyada yaşıyoruz. Doğal afetlerde binli sayılara alıştık, iş kazalarında (?) yüzlü sayılara… Terör olayları onlu sayıları aşınca haber değeri taşır oldu, trafik denen illete zaten günlük olan can borcumuzu bayramlarda artmak koşulu ile düzenli olarak ödüyoruz. Gerilimin her geçen gün arttığı ülkemde üçüncü sayfa haberlerindeki münferit ölümlere zaten alışığız. Esnafın camına kartopu geldi diye ölebiliyoruz örneğin… Ölümün kol gezdiği coğrafyalarda yaşıyoruz canım kardeşim. Ve ölüme çok alışık coğrafyalardan farklı olarak çabucak rehabilite olup kaldığımız yerden devam ediyoruz yaşamaya.

Bir 17 Ağustos’u geride bıraktık. Öyle bir gece düşünün ki sabah artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ergen halimle yaşadığım o tarifsiz gece sonrası sık sık şunu düşündüm. “Bir sabah annesiz ve babasız kalmış olarak uyanırsam ne yaparım?” Bu durumda kalan arkadaşlarım oldu. Bir tanesi çok çok yakın arkadaşım, evdaşım, sırdaşım, karındaşım oldu. Sonra yaşım ilerlemeye devam etti ama “ya ertesi gün her şey eskisi gibi olmazsa?” sorusunun sadece içeriği değişti. “Ya çocuğum tek başına kalırsa… O ne yapar?”17 ağustos

Çoğu aile kendilerinin vakitsiz gitmesi durumunda çocuklarının maddi konforunun devamını sağlayacak bir düzen kurmaya çalışır. Birikimler, hayat sigortaları, bireysel emeklilikler, gayrimenkul vs. Peki çocuğunuz sizsizliğe ne kadar hazır? Siz olmadan cepleri dolu olsa da kendi ayakları üzerinde bir hayat kurmaya ne kadar hazırlıklı?

Zorunlu askerlik hizmetini yapmak için gelen 20 yaşında gençlerden ailesinden ilk kez uzak kalanları gördüm. Bu ayrılığın depresyonundan çıkamadığı için profesyonel yardıma ihtiyaç duyan ergen irilerinin sayısı emin olun tahmin ettiğinizden çok daha fazla. Komutanlarını arayan anne babalar var. “Siz onu bilmezsiniz bir derdi olduğunda o söyleyemez” diye ilkokul öğretmenine bilgi verir gibi yirmili yaşlardaki çocuğunun dertlerine ortak olmaya çalışan iyi niyetli ancak farkında olmadan o gence zarar veren bir çok ebeveyn görüşmesine şahitlik ettim.

İsviçre’de yaşayan bir yakınımla konuşurken on sekiz yaşını geçen çocukların aile bütçesine katkıda bulunmalarının çok kabul görmüş bir alışkanlık olduğundan bahsetti. Hatta daha ekonomik olduğu için dörtlü beşli gruplar halinde ev tutuyorlarmış. Hatta öyle ki Türk ailelerinin para almadan evlerinde çocuklarının yaşamasına izin vermelerine hayret ediyorlarmış. Ne kadar uzak geldi değil mi? Biz ki aynı şehirde üniversite okuması için çocuklarının tercihlerine el koyan bir neslin evlatlarıyız.  Her geçen gün artan eğitim merakımız sayesinde hayata atılma yaşımız oldukça ileri değerlere taşındı. Otuzlu yaşlarda gençlerimiz aile bütçe desteğinden kopmadan yüksek lisans, doktora yollarında ergen irisi hayat tarzına devam ediyor. Aileler ise eğitim gibi kutsal bir kelimenin kendilerinde yarattığı huzur ya da teselli ile emekliliklerini erteleyip, birikmişlerini harcayıp, umutlarının bir baltaya sap olamama ihtimalini çaresizce izliyorlar. Sonrasında bu bağımlı hayatı kendilerine yaşam tarzı edinmiş gençler, ebeveynlerini hangi yaşta kaybederlerse kaybetsinler uzamış yas dediğimiz bir durumun ortasında kendilerini buluyorlar. Ebeveynlerinin arkasından yıllara yayılan bir depresyon ile mücadele etmek durumunda kalıyorlar.

Beni tanıyanların bildiği üzere beş yaşında bir oğlum var. Yaz tatillerinde kimi zorunluluktan kimi daha kaliteli zaman geçirmesini sağlamak adına bizden bir süre uzak kalır. Bu yaz biraz fazla olduğunun farkındayız. Ben ailemden 60 gün kesintisiz uzak kaldığımda lise seviyesinde askeri kamptaydım.tatil sarper Pedagoglar 7-10 günü geçmemek kaydı ile bu tarz uzaklaşmaların yararlı olabileceğini söylüyor. Oğlum şu ana kadar kendi evi haricinde biz olmadan dört ayrı evde uyandı ve bir haftanın üzerinde zaman geçirdi. Ölümün ülkece gündemimiz olduğu bu günlerde oğlumun geleceğini düşünmek zorunda hissettim. Eğer bizsiz bir sabaha uyanmak mecburiyetine düşerse beş yaşında bile olsa kendine ait bir fikri var. Bizden sonrası için atayacağı ebeveyn ile ilgili seçim yapabilme imkan ve kabiliyetinde. Böyle bir düşünceye adapte olabilsin diye göndermiyorum tabi ki tatile. Ancak ölümü düşünmenin çok da anormal karşılanmadığı bu günlerde bu kadar da hüsn-i talil lüksümüz olsun her ne kadar bağladığımız neden o kadar da güzel olmasa bile…

Ölüme yakın coğrafyalarda yaşıyoruz canım kardeşim. Çocuğu korumak ile kollamak arasındaki ince çizgiyi her adımında tekrar düşün. Özgüveni yüksek çocuklar yetiştirmek için çabalamak mecburiyetindeyiz. şehit çocukEn iyi ebeveyn çocuğuna ihtiyacı olduğunda çıkıp gelebileceğine dair güveni veren ancak kendine gelene kadar bütün çözüm yollarını deneme cesaretini aşılama becerisine sahip ebeveynlerdir. Bu sadece benim fikrim. Tabi ki çocuklarınızın her şeyisiniz ve ne zaman ihtiyaçları olsa elinizden gelenin en iyisini verirsiniz. Ancak “sizsiz” bir gelecek hep ihtimal dahilindedir, bilin istedim.

Öfkeliyim, öfkelisin, öfkeli…

masa cansever“Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.” Edip Cansever

Çok severim bu şiiri. Geçenlerde bir dost sohbetinde öfke ile ilgili bir metafor kullandığım sırada geldi bu şiir aklıma. Ya adam o masaya öfkesini koysaydı. Masa iki sallanıp durur muydu? Öfkemiz bu denli büyükken ve bu denli ağırken hayatımızda, masa taşıyabilir miydi? Peki masanın taşıyamama ihtimalini düşünürken, o öfkemizi hayatımızda kimler taşıyor en çok? Kimler bana mısın demedi bu kadar yüke, bir iki sallanıp durdu?

Öfke aslında ikincil bir duygudur. Çok güzel bir zırhtır, örtmek istediğimizin üzerini örttüğümüz pasta ciladır. Bizi güçlü kılandır, ve gözyaşlarımız akmaya başladığında ilk yıkılandır. Çok çocuksudur, hele bir çocuğa aitse hoşumuza gidip sürekli kaşıdığımız tekrar eden bizim çocuksuluğumuzdur.

Söylemek istediklerim var ama söylersem kırılırsın demek yerine öfkeyle  kalkıp zararla oturmayı tercih ederiz çoğu zaman. Arkasına saklanarak inşa ettiğimiz bir uzaklık kurarız sevdiklerimizle.  Kendimizi engelleriz. Duygularımızı engelleriz. Haklılığımızı engelleriz. Engellenmektir. Evet en çok engellenmektir. “Sen olmasaydın ben daha mutlu olurdum”dur bazen, bazen de çok istediğini elde edememenin yarattığı çökkünlüktür.ofke

Hak etmediğiniz şekilde size davranıldığında çok öfkelenirsiniz. Ben onca şey yaparken bir baba olarak, bir anne olarak, bir eş olarak, bir çocuk olarak bana bunu nasıl yapar düşüncesi ateşler öfkeyi. Haksızlığa uğramak ama gidip muhatabına bunu aktaramamak, hakkının yenmesine ağlayamamak ve olup biteni anlayamamaktır. Arkasına saklanmış bir çaresizlik vardır öfkenin ama “çok çaresizim artık gör be” diyememektir. “Beni adam yerine koymuyorsun, yok sayıyorsun”ken söylemek istenen, duvara fırlatılan başka bir nesne oluverir birden.

Şimdi isterseniz biraz olayı karıştıralım. Nasıl ki başka duyguları maskelemek için kullanıyorsak ve asıl duygumuz değilse öfke, öfkeye maruz bırakılan da çoğu zaman öfkenin muhatabı değildir. Genelde nazının geçtiği ve dişinin kestiği canın, kardeşin, çocuğun maruz kalır tüm bu öfke ile sıvanmış sevgisiz zamanlara. Hatta öyle bir inandırırsın ki kendini hiç düşünmezsin “iyi de beni bu kadar öfkelendirecek kadar ne yaptı?” diye. öfke1Öfkelenme sebepleri sıradandır, sakin kafa ile düşündüğünde pişman olursun, kızarsın kendine ve çoğu zaman da gurur yapıp gidip özür dilerim diyemezsin asimetrik bir tepki ile kırdığın sevdiklerine. O davranışa o tepki verilmez haklısın canım kardeşim ama ne yazık ki verdiğin o tepki çok değil. Çünkü aslında o öfkeyi yaratanlara karşı hissettiklerinin yanında nazın geçenlere gösterdiğin tepki az bile.

Şimdi gelelim sadede. Çocuğuna öfkelendiğinde bir dur ve düşün. Öfkeni bir dışarı çıkar ve koy masanın üstüne. Bu öfkenin sahibi kim? öfke 2Çocuk mu yoksa bir şey diyemediğin, dersen durumun çok daha kötüye gideceğinden çekindiğin eşin mi? Eşine öfkelendiğinde dur ve öfkeni çıkar ve koy masanın üstüne. O öfke eşine mi ait yoksa saygından bir şey diyemediğin ebeveynlerine mi? Bir süre sonra fark edeceksin ki aslında öfkelendiğin zamanların hemen hepsinde öfke, öfkeye maruz bıraktıklarına ait değil. Sadece sana o kadar ağır geldi ki nazının geçtiği, dişinin kestiği birine emaneten verdiğin bir çaresiz yanın aslında öfke sandığın. Derin bir nefes al ve al öfkeni sevdiklerinin üzerinden,  koy masanın üstüne. Edip abi’nin dediği gibi masa bana mısın demez bir iki sallanır durur, en fazla yıkılır. Bırak masa yıkılsın sevdiklerinin yerine.