Hayatımın kadınlarına…

Bu tarz yazılar Anne ile başlar ve hayat arkadaşı ile biter bilirim. Onlara olan şükran ve hayatımdaki inşa süreçleri diğer kadınların yanında kıyassız kalacağını bildiğimden dolayı aflarına sığınıyorum. Hayatımın ilk ve son kadınını bu yazının dışında bırakıyorum.

kız kardeşHayatıma bir kadın girdi… Fedakar… Ne kadarınız şanslı benim kadar bilmiyorum. Hayatınızın her aşamasında yanınızda olacak ve yaşı size yakın bir kadının var olmasının o büyük avantajını yaşıyor olmak paha biçilemez. Kız kardeş, oyun arkadaşı, anlamlandırılamayan ergenlik triplerinde yol gösterici, koruyucu, kollayıcı.. Annenin yetişemediği yerlerde boşlukları dolduran, giyim stilinizden nasıl kokacağınıza kadar en ufak ayrıntıları hatırlatan, sizi çocukluğunuzdan alıp ergenliğin sonuna kadar taşıyan, adam yapan… Hayatınıza giren her kadına bir parçasını bırakan ama hiç eksilmeyen aksine artan kadın..

masumHayatıma bir kadın girdi… Zarif… İlkokulun siyah önlüklü yıllarında, ceylan ceylan bakan. İlk kalp çarpması, ilk utandığının farkına varma… Yanında oturabilmek için verilen hukuk mücadelesi… Bir kadın için ilk rekabet, ilk zafer. İlk çekingenlik. Parmak kaldırışındaki zerafeti çok az kadında gördüm hayatımın geri kalanında… Yedi yaşında kadın mı olur deme… Onlar senin gibi değil canım kardeşim. Biz erkek olarak doğarız, erkek olmamız yetmez, adam olmaya çalışırız. Onlar kadın olarak doğar, kadın olmak bu hayat için bırak eksiği, fazladır.

kara kalemHayatıma bir kadın girdi.. Şevkatli… İlkokulun mavi önlüklü yıllarıydı. Ben o garip kuşağa denk geliyorum. Siyah başlayıp, mavi mezun olan… Annelerin altın günlerinde örnek kapma telaşıyla adeta yarıştığı örme dantel yakalardan, seri üretim kırtasiye tüketimli, gemi dümeni baskılı kolalı soğuk yakalara terfi eden ara nesil. Arabesk ile tanıştım sayesinde… Geri alıp alıp dinledim Orhanları, Ferdileri. Hatta öyle ki, bir süre sonra ilk denemede şarkının başını bulma becerisi kazandım çift kaset çalarlı teyplerde… Melankoliyi öğretti, şarkıların sözlerini ezberletti. Edebiyatta redif diye kafiyeden bile sayılmayan, ama uygun notalara denk geldiğinde yüreğin o ince telini sızlatan, fantezi-arabesk şarkıların içinde duygularıma isim vermeyi öğretti. Onbir yaşımda bir tokat yedim, seni seviyorum dedim diye.. Bir kadının istese de şiddet uygulayamayacağını, tüm çabasına rağmen eline yakışmayacağını ondan öğrendim.

cesurHayatıma bir kadın girdi… Cesur.. Bir önceki kadın öğretmişti ya sözleri ezberlemeyi, duvara karşı söylemeyi. Bu sefer ki kadın, şarkıları beraber ezberlemeyi, sonra daha da vahimi beraber söylemeyi öğretti. Karşıma dikilip “seviyorum ya işte, anla sende azıcık” demeyi, diyebilmeyi öğretti. Ara ara girip çıktığından hayatıma öğrettikleri bu kadar az değil elbet. Ama terkedip gitmeyi, sonra tekrar geri dönmeyi. Başkalarının hayatında cevapsız sorular bıraktığında o soruların cevabını bulabilme adına şehirlerin, konumların, arkadan yapılan yorumların nasıl duyarsız kalabildiğini keşfettirdi bana.. Kovalamayı öğrendim. Kovalayarak kaybetmenin, yerinde durarak kazanmak kadar acı vermediğini gösterdi bana. O günden sonra hiçbir müsabakamda beraberliğe yatmadım, kovalamaya çalışırken kontra ataklarla gölü yedim, yenildim ama kaybetmedim.

güzelBir kadın girdi hayatıma… Güçlü… Tüm benliğimi alıp, değiştirecek kadar. Beni kendi kalıplarımdan çıkartıp, inşa ettiği kendince mükemmel kalıplara koyabilecek kadar güçlü bir kadın. Ne kadar değiştirdi derseniz, Siyah kapşonlu üzerine kırmızı Cartel yazan giyim tarzım vardı. Karakan Erci-E dinleyip sözlerini ezberlemekten ve hemcinslerimle bağıra bağıra söylemekten keyif alıyordum. (geçmişimdeki kadınlar öğretmişti şarkı ezberlemeyi). Birden girdi hayatıma. Aslında hep hayatımdaydı ama öyle sinsi sızmış ki anlayamadım, bir baktım ki, bülent ortaçgil dinliyorum, sezen aksu da ağlıyorum, mektup yazıyorum. Bir insan böylesi değişebilir mi deme canım kardeşim, değişir. Bir kadın değiştirir… Geppetto usta gibi bir oduna ruh üfler ve insan oluverirsin. O kadından öğrendim ki güç, birşeyleri değiştirebilme yeteneği sadece…

profesyonel-goz-resmi-3232Hayatıma bir kadın girdi… Masum… O bunu hiç bilmedi.. Cam gibi gözleri vardı… bir dünya yarattım ikimize ait, ikimizin dışında. Mahlaslı mektup yazmayı öğrendim. Dokunmadan, konuşmadan, bakmadan sevmeyi… Hepsinden önemlisi karşılık beklememeyi öğretti. Üstadın dediği gibi elmayı seviyorum diye elmanın da beni sevmesinin şart olmadığını kazıdı beynime. Sadece bir çift gözle varolunabileceğini bir yürekte ondan öğrendim..

En-güzel-karakalem-çalışmaları-2Hayatıma bir kadın girdi… Güzel… Bir içim su deyimi günümüzde daha hafif meşrep bir kullanım alanı buluyor olabilir. Ama o kadın su gibiydi.. Duru.. Gülümsediğinde dünya durur sanıyordum, tenindeki pürüzsüz dokuda kayboluyordum.. Gitti.. Sonra rengi değişti dünyanın. Bir zaman sonra yolda karşılaştık. Gülümseyemedi.. dünya o vakitten sonra dönmeye devam etti. Ve o kadın bana güzelliğin gülümsemekten ibaret olduğunu öğretti.

Hayatıma bir kadın girdi… Farklı… Bana kendimi farklı göstermek zorunda hissettirdi. Ben olmadan kendimi sevdirmeye çalıştım. Onun sevdiği gibi davranmayı ben sandım. Yoruldum, yıprandım. Ve minnettarım ki kendinden kaybetmeye başladığında vazgeçmenin kaybetmek olmayacağını öğretti.

Hayatıma bir kadın girdi. Çalışkan… On parmağında on marifet derler ya, bir gün orda bir gün burda.. Takip etmekten yoruluyordum zamanla. Bana ürettiğim sürece kabul göreceğimi öğretti. Kimisi çok sevdi onu kimisi daha az sevdi. Ama şu an görüyorum ki onu sevenler hayatları boyunca hep yeni şeyler üretti. Üretmenin yaşamak olduğunu bana o öğretti…

el sanatına örnek karakalemDaha sayamadığım nice kadınlar var affetsinler beni. Zaman ve yer sınırlı, yoksa sanmasınlar unuttum öğrettiklerini…Peki ya senin kadınların sana neler öğretti canım kardeşim. Kadınların olmadan ne kadar varsın bu hayatta… “Seni bir kadın doğurdu, o olmasa sen olmazdın” edebiyatı yapmıyorum yanlış anlama. Onların sana neler kattığının farkında mısın..? Kadınlarımı uzaklaştırdığımda hayatımdan, Cartel kapşonlusuyla, ezik, duygusuz, manasız bir mahlukat kaldı benden geriye… Sen de benim gibi misin diye merak ettim sadece…

ENGEL Mİ MESAFELER AŞK YOLUNA?

konuşunAdaya geldiğimden beri çalıştığım kurumun ailelerinin katılımı ile 15 günde bir söyleşiler yapmaya çalışıyoruz. Bir sonraki söyleşinin konusunu son söyleşiye katılanlar belirliyor. Kadın ve erkek farklılıklarını anlattığımız söyleşi sonunda bir kadın katılımcımızdan mesafeli ilişkiler ile ilgili konuşmamız önerisi geldi. Ülkemizin durumundan dolayı sürekli görevlendirmeler ile ayrı kalan dağınık aileler mevcuttu. Erkek bireyler ülkenin doğusunda güç yaşam koşulları ile mücadele ederken, ailenin kadınları ise ikiye katlanan sorumluluklar ve yönetmek zorunda kaldıkları aile krizleri altında bunalmaktaydı. Söyleşiyi hazırlarken farkettim ki bu çok yaygın bir problem artık ülkemde. engel mi mesafelerMemuriyetin tartışmalı personel hakları yönetimi sonrası, ayrı illerde iki farklı çatı altından yönetilmeye çalışan ailelerle doluyuz. Farklı illere atanan öğretmenler, mecburi hizmet yükümlüsü doktorlar, kariyer uğruna uluslararası sulara çekilen dağınık akademisyen aileleri, vatani görev mağdurları, uzak şantiyelerde üç dört aya varan görevlendirmelerle çalışan mühendisler, uzun yol kaptanları vs… Sosyokültürel anlamda her kesime ait artık normal kabul ettiğimiz bir durum mesafeli ilişkiler… Genetik olarak da yatkınız aslında bu tip ilişkilere… Mevsimlik işçiler, büyükşehirlere ailesini bırakarak gelenler, alamancılar ve daha nicelerinin olduğu aileler var geçmişimizde. Ne değişti derseniz artık iletişim metotları arttı. Postacı yolu gözlenen ve ayda yılda bir sadece sağlığından haberdar olmaya çalıştığımız zamanlar çok geride kaldı. Artık kopuk yaşanan aile hayatlarımızdan günlük olarak haberdar olmaya gayret ediyoruz.

just married

Hane birliğini sağlayamadığımız evliliklerimiz, “evli” kelimesinin paradoksunda ziyan olurken, bu durumu hafifletmek adına neler yapabiliriz dersiniz. Bunu konuşabilmek için evlilik dediğimizde aklımıza tek kelime ile ne geldiğine göz atmak gerekir. Benim katılımcılarım, sevgi dedi ben koşulsuz kelimesini müsaade isteyerek başına ekledim. Kadın katılımcılarımız “ilgi” dediler, anlayış, saygı, kabul (ben yine başına müsaade isteyerek koşulsuz ibaresini ekledim.), sabır diyenlerimiz oldu. Hatta uzun uzun sabretmek ile katlanmak arasındaki farkı tartıştık. Güven olmazsa olmazlar arasındadır diyenler tamamına yakındı. Evliliğin içinde olmazsa olmaz bu saydıklarımızdan kaçı için arada mesafe olmaması gerekir? En uzun mesafe sırt sırta dönmüş iki sevgili arasındaki mesafedir derler, koca bir dünya vardır aslında arada. Mesafelere rağmen yüzyüze bakar kalabilmenin yollarını arayalım dilerseniz. Geneli soyut olan bu kavramların somut karşılıklarını aramakla başlamalıyız önce. Yazının bundan sonrası tavsiye niteliğindedir. Bazı internet sitelerinin kullandığı liste formatına geçmemek için biraz çaba harcasam da sonu konusunda yine de garantide bulunamıyorum, mazur görün.

berber dizi izleOrtak şeyler yapın. Aynı anda aynı diziyi izleyin mesela. Diziler artık hepimiz için ortak kabul edilebilecek kaliteli zaman araçları. Artık her dizinin internet üzerinden tüm sezonlarına ulaşılabiliyor. Yerli nostaljik diziler, tüm dünyanın aynı zamanda takip etmeye çalıştığı yüksek bütçeli güncel diziler, ya da şu an ulusal kanallarımızda olan diziler. Bu faaliyetin en önemli yanı karşı tarafla mesafelere rağmen ortak faaliyet yapabilmek ve bundan daha da önemlisi sonrasındaki konuşmalarda ortak konuların devamlılığını sağlayabilmek. Çünkü canım kardeşim bir süre sonra bakıyorsun ki tüm konuşmalar rutinin içinde bunalıyor, sadece mevcut uzak yaşantılarımızın ne kadar zor olduğu ve kimin hayatının daha büyük zorluklar içinde olduğunun ıspatına hizmet ediyor.

kadın duş

Daha önceki bir yazımda, banyo olayına ne kadar çok önem verdiğimi biliyorsunuz. Evli çiftler fırsat bulduklarında mutlaka beraber banyoda vakit geçirmeliler. Arada mesafeler olduğunda aynı anda aynı yerde bulunmak hayalgücünüzü canlı tutmaya katkı sağlayacaktır. Çiftlerin birazdan banyo erkek duşyapacaklarını söyleyerek ara verdikleri telefon konuşmaları aradaki özlemi arttırdığı gibi, hayal dünyasındaki beraberliklerinin devam etmesini sağlayacaktır.

Ertesi gün eşinizin neler yapacağı ile ilgili fikir sahibi olun. Ve akşamında bu faaliyetle ilgili çok ufak sorular sorun. Hala gündelik hayatından da haberdar olma arzusunda olduğunuzu hissettirin. Bu konuşmalardaki dozun hesap sorma formuna geçmediğinden emin olun. Hesap soruluyor olmak rahatsız edici de olsa emin ol canım kardeşim önemsenilmiyor olmaya tercih edilebilir.

Eşinize ait olan bir sorumluluğu, kilometrelerce uzaktan onun üzerinden kaldırmak tabi ki çok değerli olacaktır. Ona ait bir faturayı uzaktan ödemek ya da onunla aynı coğrafyadaki bir arkadaşınızdan sizin adınıza onun bir sorumluluğunun hafiflemesine katkıda bulunmasını istemek ilginin somuta dönüşen hali olması açısından bence çok değerli.

onun ayakkabılarıEmpati yapmak çok önemli ama daha da önemlisi bunu karşı tarafa aktarmak. Empatinin en sevdiğim tanımı; “karşınızdakinin haklılığını anlamak.” Sizle aynı düşünmese de haklı bir tarafı olabileceğini aklınızdan çıkarmamak. İngilizler “onun ayakkabıları ile yürümek” diye bir söz kullanıyorlar, ne kadar doğru.. Ben ne haldeyim biliyor musun yerine şu an ne kadar zor şartlarda olduğunu anlıyorum demek karşı tarafı oldukça rahatlatıyor. Anlaşılmanın içimize kattığı huzuru tariflemek çok zor.

kadın hediyeMesafeleri yakın kılmanın bir diğer yöntemi de jestler yapmak. Onun anlayabileceği tarzda ona hitap eden ufak jestler oldukça mutlu ediyor. Burda bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Daha önce yazdığım denge isimli makalede erkek kadın arasındaki erotizm-romantizm dengesinin öneminden bahsetmiştim. Bu jestlerde bu dengeye hitap etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir erkek için kalp balonlarla donatılmış çikolata kasesi nasıl ki kadın tarafında olduğu kadar etkili olmuyorsa, bir kadın içinde içinde erotik çağrışımlı baskılar olan bir oyuncak o kadar etkisiz hatta rahatsız edici olabiliyor. Yani demem o ki, kendine ne alınmasını istiyorsan karşı tarafa onu alma, azıcık araştır, romantik taraf başka, erotik taraf başka…

tel sexUzak ilişkilerin en sancılı taraflarından biri de mahrem alanların artık olmayışı. Ama yazıştığınız platform tamamen ikinize ait. Bu alanda mümkün olduğunca açık bir dil kullanın, mahrem içeriklerle donatın. İkinize ait ve kimseyi ilgilendirmeyen bir dünya kurun. Yatak odaları insanların kendini en özel ve güvende hissettikleri mekanlar. Bunun sanal bir şubesi ile bu boşluğu by-pass geçmeye çalışın. Evliliğin olmazsa olmazı mahremiyeti görüşme metodlarınızın arasına saklamayı hafife almayın. Konuşmalarınızda, yazışmalarınızda eşinizin gizli ve sadece size hitap eden benliğini okşamayı ihmal etmeyin. Eskilere ait özel anılarınızı hatırlatın ve ilk fırsatta karşılaştığınızda uygulamak üzere literatürünüze yeni heyecanlar ekleyin ve merak duygusunu kaşıyarak bunları birbirinizle paylaşın.

güven

Güven arada mesafe olduğu zamanlar en zor tahsis edilen ve korunan duygumuz. Günlük hayatınızda şüpheye mahal verdirmeyin. Bu duyguyu sarsmamak için yaptıklarınızdan haberdar edin, rahatsız olma ihtimali olan durumlarla karşılaştığınızda bunu başka kanallardan duyma ihtimali olduğunu unutmadan mutlaka paylaşın. Eşinizi denetlemeye çalışmayın, zira bu denetimi yapamayacağınızı bilmek sizi daha büyük bir boşluğa itecek ve karşı tarafı daha yaşanamaz bir hayata sürüklediğinizi farkedemeyeceksiniz. Ona güvendiğinizi söylemeyin ama bunu hissettirin. Söylemlerinizden daha önemlisi eylemleriniz. Hele ki bu ikisinin ters düştüğü durumlarda eylemleriniz daha çok göze batacak, farkedeceksiniz.


Oyunu kurallarına göre oynadığınızda göreceksiniz ki mesafeler engel değil sadece ilişkilerdeki varyasyonlar ve güzel tecrübeler. Geçenlerde gördüğüm bir sözle yazıyı noktalayalım, “ birini gerçekten sevdiğinizde onun yaşı, aradaki mesafeler, boyu, kilosu sadece lanet birer sayıdır.” Sayıları bırakın, sevdiğinize odaklanın… Şimdilik sağlıcakla kalın…

AŞK BU KIZILÖTESİ….

infrared kalpKızılötesi, iletişim alanında kısa mesafelerde veri aktarmak için kullanılan bir teknoloji. Bu şarkıyı duyduğum zaman mesafenin kısa olma şartı doğru mu diye düşündüm. Sadece ben değil, Kenan Doğulu da düşünmüş ki “Engel mi mesafeler aşk yoluna” diye sorma gereği duymuş. Önce ikili ilişkilerimizde kullanabileceğimiz iletişim metodlarını hayatımıza giriş sırasına göre hatırlatmak istedim.

Dumanla haberleşme çağında yaşanan ilişkileri saymazsak yazının insanoğlunun hayatına girmesiyle birlikte duygu ve düşünceler mesafeler arası transfer olmaya başladı. Mektup konusuna aşinalığınız var mı bilmiyorum, yaşınız ya da ilginiz bu yöndeyse mektupla ilişki yürütmenin iyi ve kötü yönleri hakkında fikriniz vardır. İyi bir mektup fanatiğiydim ben. Ortaokuldan itibaren mektup arkadaşlarım vardı. Lise’de mahlas kullanarak yirmiye yakın mektup yollamışlığım vardır platonik sevdiğime… (yakalanınca tüm büyüsü kaçtı tabi) Üniversitede duygusal yoğun olduğum ama itirafı dostluk engeline takılan arkadaşlarıma da mektup yazmışlığım vardır.
mektup2Mektubun şöyle bir dezavantajı var, duyguların iletilmesi gerçek zamanlı değil. Gerçi bu bazen avantaj da olabiliyor. Çok sinirlendiğiniz bir şeyi anlatmaya çalışırken karşı tarafın bunu gayet sakin bir şekilde okuyacağını unutmamanız gerekiyor. Onun cevabı elinize geçtiğinde o ilk sinirinizden eser kalmamış oluyor. Ayrıca mektup size
defalarca okuyup kontrol etme şansı sağlıyor. Aynı zamanda bu da size, yazdığınız herşeyden sonuna kadar sorumlu olma zorunluluğu getiriyor. “Yanlışlıkla yazmışım” deme lüksünüz yok, “ben onu aslında anneme yolluyordum sana mı gelmiş” deseniz olmaz, “çok sarhoştum” bahanesi mektup yoluyla hiç kullanılmış mıdır bilmiyorum ama zannetmiyorum. Mektubun en çok savunduğum tarafı ise yazmak iyileştiricidir. Duygularınızı yaşamaya yetecek kadar size zaman tanır. Belki de eski sevdaların böylesi uzun sürmesi bundandır.

ankesörSonra telefon girdi hayatımıza… Önce yazdırmalı dönem ki bu dönemin sevgililer arası iletişimindeki fayda ve zararları ile ilgili kullanıcı tecrübem yok. Sonrasında kişiselleşmiş (haneselleşmiş daha doğru olabilir) kullanım ile birlikte her ev bu teknoloji harikasından nasibini almaya başladı. Telefon ile uzun sohbetler ve günlük ulaşıma olanak sağlayan bir iletişim girdi hayatımıza. Duygu aktarımında tahmin yöntemi başladı. “Sesin kötü geliyor, hayırdır hasta mısın?” ya da “kesin sende bir şey var tutuk konuşuyorsun” gibi yüzlerce örneği yaşamışsınızdır. Artık duyguları naklederken arada zaman yoktu. Yalnızca sesin nakline müsaade olduğu için duyguların tahminleri sesin o anki durumuyla ilişkilendirilmeye çalışılıyordu. Ki hoş, bu metod hala anneler arasında sıklıkla kullanılıyor.

cep telefonuCep telefonları ve internet benzer zamanlarda yerini aldı ikili, mesafeli iletişimimizde… Cep transfer vardı hatırlayanlarınız bilir, gece belli bir saatten sonrası beleş olan. Ne ilişkiler heba olup gitti o kadar uzun telefon görüşmelerine alışık olmayan bünyelerimizde. Konu bulmakta zorlandıkça “ben zaten nefesini dinliyorum” erotik bahanesinin yanında uyuyakalmalar, telefonu kenara bırakıp kitap okumalar ve daha niceleri… Öyle demeyin iletişim ciddi bir maliyetti. Çaldırmanın “aklımdasın” anlamına geldiği yıllardan bahsediyorum. 99 cevapsız aramanın ekranda göründüğü andaki tarifsiz kalp atışları. Başınıza neler geleceğini anladığınız zamanlar. Bu cep transfer olayı devrim niteliğindeydi. Kısa mesaj tarifelerinin ucuzlaması ile çok sevdik gün içinde kendimizi hatırlatmayı. 160 karakterle sınırlı trip atmalar. Hatta 160 karaktere sığamayıp, BoşlukKullanmadanYazmalar, sssz hrf ykmş gb dvrnmlr. Veee yanlışlıkla atılan mesajlar. Aksi gibi rehberde ilk sırada “Abim” olur. Siz düşünün gerisini artık. Doğru kişiye atılan yanlış mesajlar da var tabi. Bir arkadaşım uzaktaki sevdiceğine “kokunu çok özledim” yerine “kukunu çok özledim” yazıp gönderdi diye kriz yönetmek zorunda kalmıştı.
ircİnternet sohbetleri önce IRC sohbet odaları ile girdi hayatımıza. “Özele gel” mesajı ile başlayan ya da var olan ilişkideki iki kişinin kendine iletişebilecekleri sanal mekan bulması sistemi üzerine kuruluydu bu sohbetler. Nickname ile orda tanıştık, hatırlarsınız yazının başında dediğim gibi biz ona yazılı metinlerde mahlas diyorduk… Sonrasında kişiselleşmiş numaralar ile ICQ ardından görüntülü görüşme ve MSN birbiri ardına hayatımızda yerlerini aldı.
Facebook geldi ve kendimizi, olmak istediğimiz gibi ifade edebileceğimiz bir duvar verdi bize. Hatıra defterlerinin kısıtlı yüzeyinde “bana kalbin kadar temiz bu sayfadan…” diye başlayan bir kaç dize ile süslenmeye çalışılan boş anı defteri sayfalarının çok daha gelişmiş haliyle karşı karşıyaydık. Hem kendi derdimizi kitlelere anlatabiliyor hem de arkadaş çevresi dediğimiz kalabalıktan gereğinden fazla da olsa haberdar olabiliyorduk. duman facebookBu kadar kalabalığa ihtiyacımız var mı tartışılır. Örneğin ilkokul arkadaşın, hayatının bir evresinde var oldu ve sen onu tekrar bulana kadar uzun bir süre meşguliyetlerin arasında yer almadı. Artık onun evlilik yıldönümünde eşine aldığı hediyeyi paylaştığı iletinin altına, sen de kutlama cümleleri yazma gereği duyuyorsun. Aynı şekilde nerde tanıştığını bile unuttuğun yüzlerce insan, doğumgününde senin için çok önemli olanlar ile aynı sıraya girip, duvarında kutlama mesajları oluşturuyor. Aslında çok da farkında olmadan çok da işlevsel olmayan bir trafiğin içinde bulduk kendimizi. Bundan daha önemlisi ikili iletişimimizi kitleler önünde yapma geleneği başladı. Aynı evde yaşayan çiftler birbirilerini ne kadar çok sevdiklerini, birbirilerinin duvarları üzerinden söyleme gereği duyar oldu.

mavi tık 3Ve sonra iletişim alışkanlıklarımızı altüst eden akıllı telefonlar hayatımızdaki vazgeçilmez yerlerini aldı. Whats-app diye bir şey hayatımıza girdi ki sormayın. İletişimdeki en büyük bahanemizi, bundan da daha önemlisi en büyük tesellimizi elimizden aldı. Yoksayılmışlığın dehlizlerinde yapayalnız bıraktı bizi. Telefonla aradığımızda telefon açılmayınca evde yoktur diyorduk. Cep telefonları çıkınca duymamıştır, arkadan mesaj attık dönmediyse görmemiştir. Ama bu whats-app denilen amca dedi ki ilk tık sen gönderdin.. ikinci tık.. ona ulaştı.. veeee mavi iki tık. Okudu ama seni yeterince önemsemiyor. Yoksa dönerdi. Ve artık günümüzde hatrı sayılır bir tripleşme malzemesi oldu bu mavi tık. Gerçi artık kapatılabiliyormuş ama eminim siz de herkes kadar kapatabilme konusunda cesursunuzdur.

Arada mesafe olduğunda bu iletişim metotlarını nasıl verimli kullanalım ya da uzak mesafeler aşka engel mi diye yazmaya yakında devam edeceğim. Ama ufak bir ipucu vermek gerekirse “Aşk” kızılötesinden sanki daha ötesi.. Sağlıcakla efendim…

Ada’yı sevmek…

cittaslow gökçeadaHayat kavşaklarından birini yaşıyorum bugünlerde.. Benden son zamanlarda haber alamayanlar için hatırlatma yapayım, asgari iki yıl süreyle Gökçeada’da yaşayacağım. Yaşam alanı konusunda bukalemun ruhlu olduğum söylenebilir. Geçmişim de Hakkari gibi mahkum ve mahrum coğrafyalar da var, İstanbul, Ankara (?) gibi metropoller de… Çaba sarf ederseniz eğer sevmeye değer çok şey bulur ya da bulamadıklarınızı da yaratma fırsatınınız oluyor küçük coğrafyalarda. Ada hayatına başladığımdan beri defalarca kez “ada da hayat nasıl?” sorusuna maruz kalıyorum. Bu soruya cevap ararken kullandığım argumanlarda ortak noktalar dikkatimi çekti. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.

gokceada_6971Bir ada’yı sevmek… Bir aday’ı sevmek.. İkisi de çok benzer geldi bana. Hayatınızın bir kısmına şahitlik edecek, seçerek ya da seçmeye zorlanarak vakit geçireceğiniz bir yer ile hayatınızda bundan böyle var olmaya karar vermiş, hayatınızın devamına şahit olmaya aday birini sevmek bir çok yönden birbirine benziyor.

Hayatımın hatırı sayılır bir kısmını metropollerde geçti. Metropollerde yaşamayı bekarlığa benzetiyorum. Keşmekeş, düzensiz… Hayat daha bir süratli akıyor o zamanlarda. Ve bir şekilde yakalamaya çalışıyorsunuz. Çoğu zaman yorgun, eğlenceli ama kendini dinlemeden, hayatı dinlemeden geçip gidiyor. istiklal caddesiÖzgürsünüz, ya da oldukça özgür olduğunuzu zannediyorsunuz. Daha çok yoruluyorsunuz, ama hep bir şeyler eksik kalıyor. İstediğiniz her şeye ulaşma şansınız olduğunu biliyorsunuz ama ulaşması çok basit şeylere dahi ulaşmaya üşenir hale geliyorsunuz. Çünkü ihtiyaçlarınız ulaşılabilir ama ulaşması zahmetli ve yorucu.

Sonra hayatınızda bir şeyler değişiyor, isteyerek ya da zorunluluktan kendinizi metropolün dışında, bir adada buluveriyorsunuz. Ya da diyelim ki evleniyorsunuz;)

Önce güzel olan yerler büyüyor gözünüzde, küçük şirin kafeler, yaşayacağınız yerde bir sahil olmasının verdiği mutluluk… Hepsi oldukça keyifli geliyor. Sonrasında gün doğumu, gün batımı manzaralarına büyüleniyorsunuz. Büyük metropollerin keşmekeşliğinden sonra adanın sakin huzurlu hayatı kulağınıza çok hoş geliyor. Sizin için bir balayı kadar masum ve inanılmazdı yaz tatillerinde geçirdiğiniz huzur dolu bir kaç ada günü.. avlu meyhaneO günlerin ışığında bir süre sorun yaşamadan, kardeş kardeş, mutlu mesut yaşıyorsunuz. Fakat zamanla olayın büyüsü kaçıyor. Adalıların kullandığı “ada psikolojisi” diye bir tabir var. Kısıtlanmışlığı her bir hücrenizde hissettiğiniz, bir kapana kısılmışlık, mahkumiyet ve mahrumiyet hissi… O ada psikolojisi tüm benliğinizi sarıyor. O başlarda hayran olduğunuz dinginlik üzerinize üzerinize gelmeye başlıyor. O çok sevdiğiniz kafeler bir bir kapanıyor. Kış geliyor. Başlarda keyif aldığınız denizin kenarında olmayı artık önemsemediğinizi hatta denize olan mesafenizi farketmediğinizi farkediyorsunuz… Rüzgar ve yağmur kemiklerinize işliyor. O yetişememeye alıştığınız zaman artık bir türlü geçmez oluyor. Rutinlerin arasında kayboluyorsunuz. Çürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sadece adada yaşamaktan bahsediyorum şu an. Evliliğin ilerleyen yıllarından bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın;) Lodoslu günler geliyor. Anakara ile aranızdaki tek bağlantı olan feribot seferleri aksamaya başlıyor. gökçeada feribotMecburiyetin üzerine bir de mahkumiyet ekleniyor. Her şeyden birer tane olan, sattığı ürünün ismiyle (naykçı, paşabahçeci) anılan dükkanlara mahkumsun. Yaşam enerjinin yavaş yavaş üzerinden çekildiğine şahit oluyorsun. Aynı rutin işler, aynı yüzler, aynı tatlar ve dolaşırken size volta tadı veren aynı sokaklar…

Ve bir karar verme zamanı geliyor. Ya size adayı sevdiren o balayı sürecindeki tüm olumlu kısmı azar dozlar halinde hayatınıza entegre etmeye başlayacaksınız ve yaşadığınız her ada zamanından keyif almak için bahaneler yaratmayı alışkanlık haline getireceksiniz ya da depresyonun kucağına atacaksınız kendinizi ve şafak sayan asker rolüne bürünüp, ada dışındaki her anıyı özleyip o anlara kavuşacağınız günü iple çekeceksiniz.

Ben ilkini seçtim canım kardeşim. Her iki durum içinde ilk yoldaki kuralları yaşam felsefem yaptım. Evliliğimi cennete çeviren ve her günümü ilk günkü heyecan ve balayı gizemi ile yaşama gayretimi, bu küçük coğrafyada cennetimi kurmak için aynı şevkle harcıyorum. Bundan 13 yıl önce seçtiğim aday’ı, aynı aşk ve telaşla her gün tekrardan sevmek ve her seferinde yeniden keşfetmek bana nasıl haz ve keyif veriyorsa, benim seçimim olmadan geldiğim bu ada’yı sevmek ve barışık kalmak için her gün daha güzel bir yanını keşfetmek ve rutinlerin dışında bir hayat yaşamak aynı ölçüde beni mutlu ediyor ve edecek. ailecekEğer hala “adada hayat nasıl?” diye sorarsanız; nadiren acı, genelde tatlı… Kendimi ona teslim ettiğim zamanlarda huzurlu… O sakin duruşunun yanında bilinmezlikleri ile oldukça heyecanlı… Her seferinde daha güzel bir yanını keşfetmeye müsait. Hep bir açık kapı bırakıyor, teslim olmuyor, tükenmiyor, bitmiyor. Bu gizemli duruşu ona olan tutkumu her gün körüklüyor… Ve bu durum evliliğimden olsa gerek oldukça tanıdık geliyor.

Başka Nasıl Sevmek Var…

gündoğarkenBir dokun, bin ah işit, bugünlerde böyleyim 
İster kal, ister git tarifsiz kederdeyim 
Gösterdin aşkın ucunu, öyle bıraktın gittin 
Bana attın suçunu, davayı ben kaybettim 

Ah olmaz, olmaz, sensiz olmaz, sensiz olmaz 
Yanıyor yanaklarım, gözyaşlarım durulmaz 

Aşk tanımaz gece gündüz birbirine katar gider 
Ne bahar dinler, ne güz güze bahar katar gider 
Ben böyle aşk görmedim, daha neler görmek var 
NE İSTEDİN DE VERMEDİM, BAŞKA NASIL SEVMEK VAR 

Ah olmaz, olmaz, sensiz olmaz, sensiz olmaz 
Yanıyor yanaklarım, gözyaşlarım durulmaz .”Ah Olmaz

Çok sevdiğim bu Grup Gündoğarken şarkısını ne zaman dinlesem o mısraya takılır giderim. “Ne istedin de vermedim, Başka nasıl sevmek var…” Sahi, nasıl sevsinler sizi… Sevginizi nasıl alırsınız.?

“Nasıl sevsinler sizi” dediğimde eminim hepinizin farklı farklı cevapları var. Genelde soyut kavramlar üzerinde yoğunlaşır cevaplar. Gönülden, aşkla, değer vererek, ilgisinin merkezine beni koyarak vs… gururlar, onurlar, havalarda uçuşacak. En sevdiğim cevaplardan biri de “adam gibi”… yani bu kadar somut bir kelimeye bile yüzlerce ve kişiye bağımlı anlamlar yükleyerek soyutlaştırıyoruz… Sen başka şeyler anlıyorsun adam gibi sözünden, ben çok farklı şeyler, İbrahim Sadri ise bambaşka kriterleri katıyor adam gibi sevmek dediğimizde. Bu soyut kelimelere en çok fantezi ya da arabesk müzik tarzında karşılarız. Takdir edersiniz ki birbirini anlayamayan, mutsuz ilişkilerden beslenen tarzlardır. Soyut mutluluğu getirmiyor, somutlaştırılmadığı sürece karşıya aktarılmıyor. Birbirini anlayamayan çiftlere dönüşmek ne yazık ki kaçınılmaz oluyor.

Masallar gibi başlayan aşkınızın nasıl oluyor da bu hale geldiğine anlam veremiyor olabilirsiniz. Bütün bir ömrünüzü sıkılmadan yanında geçirebileceğinize şüpheniz yokken ne oldu da bu kadar yanında olmaya tahammül edemez oldunuz. İçinizdeki bu öfkenin kaynağı ne? Oysa ki herşeyi yapmıştınız. Saçınızı süpürge ettiniz, ömrünüzü adadınız, ne dediyse kabul ettiniz, ailenizi karşınıza aldınız, en özel anlarınızı, temaslarınızı ona sakladınız, tüm maaşınızı yatırarak doğum gününde çok sevdiği o telefonu aldınız. Daha ne yapacaktınız. Tekrardan şarkıya dönecek olursak, Ne istedi de vermediniz, başka nasıl sevmek var…?

HONDA, Hayat onda…honda

Öncelikle yasal uyarımızı yapalım bu yazı da ürün yerleştirme yapılmamaktadır 😉 Çok severdim bu sloganı. Bu marka bir motosiklet sahibi olmamın ve o motosiklet ile çok güzel anlar yaşamış olmamın bu durumla bir bağlantısı var mı bilmiyorum. Geçen ay katıldığım bir eğitimde akronim olarak karşıma çıktı. Sevgi dillerinin kısaltması olarak geçiyordu bu kelime. Motosiklet markamın olmasından dolayı değil artık, bu yeni öğrendiğim kısaltmadan dolayı daha çok seviyorum. Hakikaten artık canı gönülden inanıyorum bu mottoya.

Beş Sevgi Dili Gary Chapman’ın kitabı. Sevgi dillerini beş ana grupta topluyor. Kitaptaki sıralamayı biraz değiştirecek olursak önümüze güzel bir akronim çıkıyor. Hizmet, Onay, Nitelikli beraberlik, Dokunma, Armağan (HONDA).

İlişkilerdeki en büyük uyuşmazlıklar bu sevgi dillerinin hiç uygulanmamasından ya da sevgiden beklentinin farklı dillerde takılı kalmasından kaynaklı oluyor. Bunun en güzel örneğini babasıyla olan anlaşmazlığından bahseden bir danışanımda görmüştüm. Çocukluğundan bahsederken dedi ki “hocam öyle her pazar lunaparka götürmekle baba olunmuyor, insan bi kere olsun saçımı tarar…”baba saç tara Babayla tanışma şansım olmadı ancak onunla bu durumu konuştuğumuzu varsayalım. “Ben de anlamadım hocam bana niye böyle nefretle davranıyor. Cumartesi dahil çalışıyorum. Her pazarımı kızıma ayırdım. Hafta boyunca ne kadar yorulursam yorulayım bir kere olsun ona belli etmedim, her pazar lunaparka götürdüm” Sizce de buna benzer bir savunma ile karşılaşmazmıydık. Kızının kurmuş olduğu bu cümleyi duysaydı eminim “ o kolay hocam, bunca yıllık düşmanlığının nedeni saçını taramamak mı? Söyleseydi tarardık.” Söyledikten sonra ne kıymeti var dediğinizi duyar gibiyim. Kıymeti var canım kardeşim. Kıymeti olmaz mı hiç? Senin sevgi dilin adamcağızın içine doğmuyor? Ya da eşinden tek beklentinin, sen maç izlerken bir elmayı soyup önüne koyması olduğunu o kadıncağız anlayamıyor.

Bu saydığımız beş sevgi dilinin hepsi az ya da çok hepimizde mevcut. Ancak bunların içerisinde bir tanesi var ki bizim için vazgeçilmez. Yani demek istediğim bunların hepsi yapıldığı vakit kendimizi seviliyor hissederiz. Ama bir tanesi var ki yapılmadığında kendimizi sevgisiz hissediyoruz. Hayatımızda boşluk oluşturuyor. Sonrasında o doldurulması çok da zor olmayan boşluk öyle büyüyor ki bir daha onulamayacak hale geliyor ve istenmeyen sonuçlardan birisi olan paralel bir ilişki ile doldurulma çabasına dahi girilebiliyor.sevgi

Erkeklerin temel sevgi dilleri hizmet ve onay olduğunu söylersek pek yanılmış olmayız. Hizmet ille de kendine olmak zorunda değil. Kendileri namına yapılan hizmetlerde kendine yapılmış hizmetler kadar değerli. Eşinin, ailesine yeteri kadar hizmet etmediğinden yakınan bir erkekle tanışmayanınız yoktur. Bu hikayeleri en çok şahit olanlar ise aile mahkemesinin duvarları. Durum ciddi yani canım kardeşim. Eşinin ailesine gösterilmeyen hürmetin yansıması hizmet sevgi dili ön planda olan partnerini artık tanıyamayacağın hale dönüştürebilecek kadar sevgisiz bırakabiliyor. Kendi ailenin yanında, arkadaşlarının önünde, hatta garip gelecek belki ama navigasyondaki seksi sesli ablanın önünde onun bilgi ve tecrübesine göstermeyeceğin onay cümlesi ileride sevgisizlikten kurumuş bir koca oluşturmak için attığın adımlardan sadece bir kaçı. Ve bundan daha da önemlisi onu onayladığının göstergesi olan güleryüzünden onu mahrum bırakmak onu sevgisizliğin derin kuyularında onu merdivensiz bırakmaya yetiyor da artıyor. Erkeklerin inşa ettiği paralel ilişkilerin başlangıcında giderilmemiş hizmet ve onay sevgi dillerinin olduğunu sıklıkla görüyoruz. Bunu destekler nitelikte sevgi dili hizmet ya da onay olan bireylerin kurduğu paralel ilişkilerde bu sevgi açlıklarını gidermeye meslek ve konum olarak müsait olan, aralarında hiyerarşik bir iş ilişkisi bulunan kişileri tercih ettiklerine şahit oluyoruz. İlişkisi içerisinde oluşan bu hizmet ve onay açlığını, iş hayatı içerisinde doyuran kişilere karşı gönül ilişkisi kurma arzusu ne yazık ki artıyor.onay

Kadınların öne çıkan sevgi dillerinin ise nitelikli beraberlik ve dokunma olduğunu söyleyebiliriz.  Beraber film izleme, dışarıda yemek yeme, güzel başlayan bir gecenin sonunda sarılarak uyuma, bahçedeki salıncakta birer kahve eşliğinde sohbet etme, erkeklerin pek de haz etmediği romantizm başlığı altında değerlendirilebilecek her vakit, nitelikli beraberlik kapsamında değerlendirilebilir. O yüzden baş başa yenilmesi planlanan bir yemeğe başka birinin davet edilmesi (Annen de mi geliyor?) erkeğin pek anlayamadığı bir kriz yaratabiliyor. Ya da kendisinden başka herhangi birine, arkadaşa, aileye ayrılmış olan zamanlar bu nitelikli beraberliğe alternatif bir zaman olarak algılanıp, tartışma nedeni olabiliyor.kahveler

Dokunma ile ilgili en önemli nokta sonrasındaki bir beklentiye hizmet etmemesi. İlişkilerimiz de çok da dokunmuyoruz ne yazık ki. Yatakta tüm vücutların çıplak olarak büyük yüz ölçümleri ile ten teması sevgi dili dokunma olan biri için ayakkabısını bağlamak için eğilirken beli açılan kısmından kaçamak bir temasın doldurduğu boşluğu doldurmuyor. Sonunda bir beklentinin olmadığı sadece sıcaklığını hissetmek için televizyon izlerken kanepeye uzanan ayağının paçası ile sıyrılan çorabın arasında kalan milimetrik temaslar diğer tüm dokunuşların ve sevgi dillerinin çoğundan daha kıymetli oluyor.dokunuş

Bu yazıyı okurken herkes başka bir paragrafta haklı olduğumu düşünürken bir başka paragrafta yazdıklarımı abartılı bulacak. Ama anlatmaya çalıştığım tam da bu aslında. Partnerinizin sevgi dili sizden farklı. O yüzden sizi anlamıyor ve sevilmediğini iddia ediyor. Sevgi dili farklı olduğu için milyarlık arabalar armağan edilen kadınlar, o arabaları tamire götürdüklerinde arabadan inmesi için yardım etmek adına elini tutan, bunu her seferinde tekrarlayan servis şeflerine gönlünü kaptırıyor. Sen bulduğun her fırsatta kocanı yanaklarından ya da fazlasından öperek sevgini gösterirken, o sabahları daha o söylemeden az şekerli türk kahvesinin siparişini veren asistanına gönlünü kaptırıyor.

Ben söyledikten sonra ne kıymeti var deme canım kardeşim. Nasıl sevelim istersiniz sizi, Çekinmeden söyleyin. Çünkü biliyoruz ki bunu yapmak çok zor değil, mutlu olmak çok zor değil bu yolda. Bu işin şifresini en başta söylemiştik. Honda Hayat Onda…

“Siz”siz bir gelecek…

17 ağustos gecesi yazmayı planladığım bu yazıyı bugüne kadar ertelemiştim. Duygusallıktan uzak kalmaya çalışarak devam etme niyetindeyim. Ve olayların siyasi ve coğrafi etkilerinden ziyade benim alanımla ilgili temas noktalarından birine değinmek istiyorum.  Bugün tekrar yazma gerekliliği duydum çünkü yine ölüm herkese bir o kadar daha yaklaştı. Bir kez daha öldük. şehitYas ilan edilmesine alışık bir coğrafyada yaşıyoruz. Doğal afetlerde binli sayılara alıştık, iş kazalarında (?) yüzlü sayılara… Terör olayları onlu sayıları aşınca haber değeri taşır oldu, trafik denen illete zaten günlük olan can borcumuzu bayramlarda artmak koşulu ile düzenli olarak ödüyoruz. Gerilimin her geçen gün arttığı ülkemde üçüncü sayfa haberlerindeki münferit ölümlere zaten alışığız. Esnafın camına kartopu geldi diye ölebiliyoruz örneğin… Ölümün kol gezdiği coğrafyalarda yaşıyoruz canım kardeşim. Ve ölüme çok alışık coğrafyalardan farklı olarak çabucak rehabilite olup kaldığımız yerden devam ediyoruz yaşamaya.

Bir 17 Ağustos’u geride bıraktık. Öyle bir gece düşünün ki sabah artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ergen halimle yaşadığım o tarifsiz gece sonrası sık sık şunu düşündüm. “Bir sabah annesiz ve babasız kalmış olarak uyanırsam ne yaparım?” Bu durumda kalan arkadaşlarım oldu. Bir tanesi çok çok yakın arkadaşım, evdaşım, sırdaşım, karındaşım oldu. Sonra yaşım ilerlemeye devam etti ama “ya ertesi gün her şey eskisi gibi olmazsa?” sorusunun sadece içeriği değişti. “Ya çocuğum tek başına kalırsa… O ne yapar?”17 ağustos

Çoğu aile kendilerinin vakitsiz gitmesi durumunda çocuklarının maddi konforunun devamını sağlayacak bir düzen kurmaya çalışır. Birikimler, hayat sigortaları, bireysel emeklilikler, gayrimenkul vs. Peki çocuğunuz sizsizliğe ne kadar hazır? Siz olmadan cepleri dolu olsa da kendi ayakları üzerinde bir hayat kurmaya ne kadar hazırlıklı?

Zorunlu askerlik hizmetini yapmak için gelen 20 yaşında gençlerden ailesinden ilk kez uzak kalanları gördüm. Bu ayrılığın depresyonundan çıkamadığı için profesyonel yardıma ihtiyaç duyan ergen irilerinin sayısı emin olun tahmin ettiğinizden çok daha fazla. Komutanlarını arayan anne babalar var. “Siz onu bilmezsiniz bir derdi olduğunda o söyleyemez” diye ilkokul öğretmenine bilgi verir gibi yirmili yaşlardaki çocuğunun dertlerine ortak olmaya çalışan iyi niyetli ancak farkında olmadan o gence zarar veren bir çok ebeveyn görüşmesine şahitlik ettim.

İsviçre’de yaşayan bir yakınımla konuşurken on sekiz yaşını geçen çocukların aile bütçesine katkıda bulunmalarının çok kabul görmüş bir alışkanlık olduğundan bahsetti. Hatta daha ekonomik olduğu için dörtlü beşli gruplar halinde ev tutuyorlarmış. Hatta öyle ki Türk ailelerinin para almadan evlerinde çocuklarının yaşamasına izin vermelerine hayret ediyorlarmış. Ne kadar uzak geldi değil mi? Biz ki aynı şehirde üniversite okuması için çocuklarının tercihlerine el koyan bir neslin evlatlarıyız.  Her geçen gün artan eğitim merakımız sayesinde hayata atılma yaşımız oldukça ileri değerlere taşındı. Otuzlu yaşlarda gençlerimiz aile bütçe desteğinden kopmadan yüksek lisans, doktora yollarında ergen irisi hayat tarzına devam ediyor. Aileler ise eğitim gibi kutsal bir kelimenin kendilerinde yarattığı huzur ya da teselli ile emekliliklerini erteleyip, birikmişlerini harcayıp, umutlarının bir baltaya sap olamama ihtimalini çaresizce izliyorlar. Sonrasında bu bağımlı hayatı kendilerine yaşam tarzı edinmiş gençler, ebeveynlerini hangi yaşta kaybederlerse kaybetsinler uzamış yas dediğimiz bir durumun ortasında kendilerini buluyorlar. Ebeveynlerinin arkasından yıllara yayılan bir depresyon ile mücadele etmek durumunda kalıyorlar.

Beni tanıyanların bildiği üzere beş yaşında bir oğlum var. Yaz tatillerinde kimi zorunluluktan kimi daha kaliteli zaman geçirmesini sağlamak adına bizden bir süre uzak kalır. Bu yaz biraz fazla olduğunun farkındayız. Ben ailemden 60 gün kesintisiz uzak kaldığımda lise seviyesinde askeri kamptaydım.tatil sarper Pedagoglar 7-10 günü geçmemek kaydı ile bu tarz uzaklaşmaların yararlı olabileceğini söylüyor. Oğlum şu ana kadar kendi evi haricinde biz olmadan dört ayrı evde uyandı ve bir haftanın üzerinde zaman geçirdi. Ölümün ülkece gündemimiz olduğu bu günlerde oğlumun geleceğini düşünmek zorunda hissettim. Eğer bizsiz bir sabaha uyanmak mecburiyetine düşerse beş yaşında bile olsa kendine ait bir fikri var. Bizden sonrası için atayacağı ebeveyn ile ilgili seçim yapabilme imkan ve kabiliyetinde. Böyle bir düşünceye adapte olabilsin diye göndermiyorum tabi ki tatile. Ancak ölümü düşünmenin çok da anormal karşılanmadığı bu günlerde bu kadar da hüsn-i talil lüksümüz olsun her ne kadar bağladığımız neden o kadar da güzel olmasa bile…

Ölüme yakın coğrafyalarda yaşıyoruz canım kardeşim. Çocuğu korumak ile kollamak arasındaki ince çizgiyi her adımında tekrar düşün. Özgüveni yüksek çocuklar yetiştirmek için çabalamak mecburiyetindeyiz. şehit çocukEn iyi ebeveyn çocuğuna ihtiyacı olduğunda çıkıp gelebileceğine dair güveni veren ancak kendine gelene kadar bütün çözüm yollarını deneme cesaretini aşılama becerisine sahip ebeveynlerdir. Bu sadece benim fikrim. Tabi ki çocuklarınızın her şeyisiniz ve ne zaman ihtiyaçları olsa elinizden gelenin en iyisini verirsiniz. Ancak “sizsiz” bir gelecek hep ihtimal dahilindedir, bilin istedim.

Öfkeliyim, öfkelisin, öfkeli…

masa cansever“Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.” Edip Cansever

Çok severim bu şiiri. Geçenlerde bir dost sohbetinde öfke ile ilgili bir metafor kullandığım sırada geldi bu şiir aklıma. Ya adam o masaya öfkesini koysaydı. Masa iki sallanıp durur muydu? Öfkemiz bu denli büyükken ve bu denli ağırken hayatımızda, masa taşıyabilir miydi? Peki masanın taşıyamama ihtimalini düşünürken, o öfkemizi hayatımızda kimler taşıyor en çok? Kimler bana mısın demedi bu kadar yüke, bir iki sallanıp durdu?

Öfke aslında ikincil bir duygudur. Çok güzel bir zırhtır, örtmek istediğimizin üzerini örttüğümüz pasta ciladır. Bizi güçlü kılandır, ve gözyaşlarımız akmaya başladığında ilk yıkılandır. Çok çocuksudur, hele bir çocuğa aitse hoşumuza gidip sürekli kaşıdığımız tekrar eden bizim çocuksuluğumuzdur.

Söylemek istediklerim var ama söylersem kırılırsın demek yerine öfkeyle  kalkıp zararla oturmayı tercih ederiz çoğu zaman. Arkasına saklanarak inşa ettiğimiz bir uzaklık kurarız sevdiklerimizle.  Kendimizi engelleriz. Duygularımızı engelleriz. Haklılığımızı engelleriz. Engellenmektir. Evet en çok engellenmektir. “Sen olmasaydın ben daha mutlu olurdum”dur bazen, bazen de çok istediğini elde edememenin yarattığı çökkünlüktür.ofke

Hak etmediğiniz şekilde size davranıldığında çok öfkelenirsiniz. Ben onca şey yaparken bir baba olarak, bir anne olarak, bir eş olarak, bir çocuk olarak bana bunu nasıl yapar düşüncesi ateşler öfkeyi. Haksızlığa uğramak ama gidip muhatabına bunu aktaramamak, hakkının yenmesine ağlayamamak ve olup biteni anlayamamaktır. Arkasına saklanmış bir çaresizlik vardır öfkenin ama “çok çaresizim artık gör be” diyememektir. “Beni adam yerine koymuyorsun, yok sayıyorsun”ken söylemek istenen, duvara fırlatılan başka bir nesne oluverir birden.

Şimdi isterseniz biraz olayı karıştıralım. Nasıl ki başka duyguları maskelemek için kullanıyorsak ve asıl duygumuz değilse öfke, öfkeye maruz bırakılan da çoğu zaman öfkenin muhatabı değildir. Genelde nazının geçtiği ve dişinin kestiği canın, kardeşin, çocuğun maruz kalır tüm bu öfke ile sıvanmış sevgisiz zamanlara. Hatta öyle bir inandırırsın ki kendini hiç düşünmezsin “iyi de beni bu kadar öfkelendirecek kadar ne yaptı?” diye. öfke1Öfkelenme sebepleri sıradandır, sakin kafa ile düşündüğünde pişman olursun, kızarsın kendine ve çoğu zaman da gurur yapıp gidip özür dilerim diyemezsin asimetrik bir tepki ile kırdığın sevdiklerine. O davranışa o tepki verilmez haklısın canım kardeşim ama ne yazık ki verdiğin o tepki çok değil. Çünkü aslında o öfkeyi yaratanlara karşı hissettiklerinin yanında nazın geçenlere gösterdiğin tepki az bile.

Şimdi gelelim sadede. Çocuğuna öfkelendiğinde bir dur ve düşün. Öfkeni bir dışarı çıkar ve koy masanın üstüne. Bu öfkenin sahibi kim? öfke 2Çocuk mu yoksa bir şey diyemediğin, dersen durumun çok daha kötüye gideceğinden çekindiğin eşin mi? Eşine öfkelendiğinde dur ve öfkeni çıkar ve koy masanın üstüne. O öfke eşine mi ait yoksa saygından bir şey diyemediğin ebeveynlerine mi? Bir süre sonra fark edeceksin ki aslında öfkelendiğin zamanların hemen hepsinde öfke, öfkeye maruz bıraktıklarına ait değil. Sadece sana o kadar ağır geldi ki nazının geçtiği, dişinin kestiği birine emaneten verdiğin bir çaresiz yanın aslında öfke sandığın. Derin bir nefes al ve al öfkeni sevdiklerinin üzerinden,  koy masanın üstüne. Edip abi’nin dediği gibi masa bana mısın demez bir iki sallanır durur, en fazla yıkılır. Bırak masa yıkılsın sevdiklerinin yerine.

Bağışla Kendini

bülent ortaçgil“Biralar soğuk mu dedim
Dedi ki normal
Peki ya havalar?
Valla gayet normal
İşler dedim gidişler dedim?
Hepsi normal
Peki ya sen, ben? Normal
Peki biz, ikimiz? Normal

Halimiz dedim?
Ne dese beğenirsiniz, normal!
Uf biri anlatsın hemen nedir bu normal
Canım sıkıldı yoksa ben miyim anormal”

Çok severim bülent ortaçgilin bu eşsiz şarkısını.

Hayatımızda kendimizi çok çaresiz ve yalnız hissettiğimiz ya da suçlu psikolojisinin ağır bastığı, günahkarlığımızın önünde ezildiğimiz zamanlar kendimizi hep bu “normal” dağılımının dışında hissederiz. Çünkü normal insanların bizim yaşadıklarımızı yaşamadıklarını düşünürüz. İnsanın başına gelebilecek en kötü şeyin bu olduğunu ve bizden başka kimsenin bunun gibi şeyler yaşamadığı fikri diğer tüm avutan cümlelerin üzerini kara bir bulut gibi kaplar.

Bundan sonra vereceğim bütün örnekler toplumca normları belirlenmiş sınırların dışında olan ve kabul görmeyen durumlar olsa da çok da az rastlanmayan ve aslında ömrümüzün bir periyodunda benliğimizde saklı kalan ve sadece bize ait olduğunu düşündüğümüz sırlar. Aslında çok genel geçer ve toplumun ortak sırları bunlar. Bizi rahatsız eden sırları sadece kendimize mal ediyoruz. Yanlış anlaşılmasın, bu asla toplumsal normları esnetme ve normalleştirme çabası değildir. Düşünce ve davranışlar normal ve anormal diye tasnif edilse de toplum içerisindeki normal diye tariflenen davranışların dağılımının normal dağılıma uymadığını düşünüyorum ve gözlemliyorum.

aldatmakEşinizin sizi aldattığını fark ettiğinizi varsayalım. Öncelikle derin bir nefret ve öfke patlaması yaşarsınız. Cinnete bağlı yaşanan adli olaylar genelde bu safhada gerçekleşir. Bu safha atlatılabilirse ortamdan uzaklaşma, kendi kabuğuna çekilme ve depresyon safhası başlar. Bu aşamada kendinize bu durumu kabullendirmeye gayret eder ve genelde başarılı olamazsınız. Son safhada da yeni bir hayat kurma gayreti başlar ve ardından ayrılık gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin olayla ilgili hatalarımızı ve bu duruma sebep olan davranış tarzlarımızı  sorgulamaya ve fark etmeye başlarsınız. Eğer kendinizi bu durumda bağışlayabilirseniz daha güçlü ve sağlıklı bir şekilde hayatınıza devam edebilirsiniz. Eğer bunu anlatabilme olgunluğuna bir gün kavuşursanız aslında çoğu çiftin hayatının bir periyodunda bunlara benzer durumları yaşadığını ve bununla ilgili bastırma politikaları oluşturduğunu göreceksiniz. Etrafınızda gördüğünüz ve çok da mutlu tablo çizen çiftlerin de hayatlarının bir periyodu şu an içinde bulunduğunuz krizleri çözmekle geçti ve şu an karşınızda güler yüzlü bir tavırla aşk dolu bir yuva görünümü çizebiliyorlar. Ve zannetmeyin ki bu durumda rol yapıyorlar. Bu krizi atlatmışlar ve birbirlerini ve belki de daha önemlisi kendilerini bağışlama olgunluğu gösterebilmişler. Çocuğumun öğretmeni falanca hanımda mı eşini aldatmış, evet canım kardeşim o da aldatmış. Akşam beraber çay içtiğiniz o çok mutlu çift arkadaşlarınız da dahil ve düşünmesi bile çok garip gelebilir ancak aileleriniz bile buna benzer krizleri yaşadılar ve çözdüler ki mutlu bir aile ortamında büyüdünüz ya da çözemedikleri krizlerin gölgesinde, şanslıysanız parçalanmış ailelerde, şanssızsanız sürekli gerilim olan mutsuz ailelerde büyüdünüz. Demem o ki yalnız değilsiniz.

Amerikada yayınlanan, Journal of Marital and Family Therapy dergisinde 2012 yılında yürütülmüş bir araştırmanın sonuçlarına göre: Eşini en az bir defa aldatan evli erkeklerin oranı %22, kadınlarınsa %14 olarak tespit edilmiş. Flört dahil olmak üzere ilişkilerde aldatma oranları ise erkeklerde %57, kadınlarda ise %54. Fiziksel veya duygusal aldatmanın oranı ise her iki cinsiyet dahil %41 olarak tespit edilmiş. Yani bu çalışmaya göre çevrenizdeki neredeyse her iki kişiden biri toplumun normlarının aksi bir davranış sergiliyor. Türkiye’de TNS PİAR şirketinin 2908 kişi üzerinde yaptığı cinsellik   araştırmasında erkeklerin yüzde 30’unun, yani üçte bire yakınının, kadınların da yüzde 45’inin, yani yarıya yakınının aldatıldığını düşündüğü sonucuna varıldı. Bu düşünce durup dururken var olmadı, ateş olmayan yerden duman çıkmadı. Tabi birde duman çıkmadan içten içe harlanan ateşleri de kattığımızı düşünürsek yurt dışı ve yurt içi arasında aslında çok da bir fark yok.   Aldatmak ve aldatılmak normal bir durum demiyorum canım kardeşim, sadece bu normal olmayan durumun dağılımı normal dağılıma uymuyor ve bu normal olmayan durumları bir çok normal olan insan yaşıyor.

studentErgen ve ergen irisi olduğunuz üniversite yıllarında yaşadığınız sırlarınızı da biraz gözden geçirelim isterseniz. Bir inanışa göre erkekler cinsel yaklaşımlar konusunda daha avantajlı olduğu iddia edilir. Üniversiteye giren kız erkek oranı ile ilgili istatistiğe bakacak olursak 2014 verilerine göre 16-20 yaş grubunda öğrenim gören 1 milyon 450 bin 208 öğrenciden 760 bin 300’ünü kız, 689 bin 908’ini ise erkek öğrenci oluşturdu. Sonuçta cinsellik çift taraflı bir olgu. Her hafta başka bir kızla toplumun normlarının üzerinde maceralar yaşayan erkek eğer sabit ise ve öğrenim gören kız erkek oranı kız lehine asimetrik ise erkeklerin kızlara göre daha cürretkar bir üniversite hayatı yaşadığı ile ilgili mit çok da gerçekçi görünmüyor. Yani bu çapkın erkeklerimiz her seferinde farklı bir kız ile karşı cinsi tanıma fırsatı buluyorsa erkekleri yakından tanıma ve kendini keşfetme fırsatı bulan kızların oranı sanılanın aksine hiç de az değil. Evet canım kız kardeşim, seni üniversite hayatında kullanmadılar, sen ailenin sana öğrettiği öğretilerin dışında hareket ettiğin için kendine olan öz saygını kaybetmek zorunda değilsin. Çünkü bu çift taraflı bir ilişki ve erkekler kadar sen de bunu yaşamayı hak ettin. Bu sadece senin başına gelmedi, ergen irilerinin hepsi en az senin yaşadıkların kadar karşı cinsi tanımaya gayret etti. Yapmaz diye düşündüğün ablan da senin yaptığın gibi yaz okuluna kaldığı yalanıyla evden ayrıldı ve bir erkeğin kollarında ama romantik, ama erotik bir formatta sabahladı.  Seni baskılar altında tutmaya çalışan ve biraz fazla koruyucu yaklaştığından şikayet ettiğin baban ergen irisi yıllarında yaşadıklarından dolayı seni toplumsal normlar içerisinde tutmak istiyor olabilir. Çünkü o da toplumsal normların, normal dağılıma uymadığının farkında.

Sırların sadece kendine ait olduğunu sanan ve yaşadıklarından dolayı kendini bir türlü bağışlayamayan yüzbinlerce insan kendine kestikleri müebbet cezasını çekmekte ve kendi zindanlarını inşa etmekteler. Sahip oldukları hayata layık olmadığını düşündüklerinden dolayı mutlu olmaktan korkmakta, cinsel işlev bozuklukları adı altında hak ettikleri ve layık oldukları hazlardan kendilerini uzak tutmaktalar. Kimisi de kendilerini ömürleri boyunca geçmeyen bel, baş ağrılarına ya da geçmeyen depresyonların kollarına bırakarak bilinç altlarında inşa ettikleri hapishanelerinde ömür boyu acılar çekmekteler, doktor doktor dolaşsalar da sorunun kökenini fark etmediklerinden başka başka semptomlarla ve tanılarla kendilerine ve ailelerine ızdırap dolu bir hayatı kurgulamaktadırlar.

bağışla kafesBağışla kendini canım kardeşim. Kendine ait sandığın tüm şahsına münhasır sırların üzülerek söylüyorum ki toplumun genel sırları ve etrafında yaşadığın herkes bunları yaşadı. Yani demem o ki sandığın kadar yalnız ve özel değilsin. Neyin normal, neyin doğru olduğu felsefi bir konu, ancak ne yaşadıysan yaşanmalıydı. Artık berat et, kendine kestiğin zindan hapsinden kurtul ve bağışla kendini. Eğer karanlık mağarana girerek seni de rahatsız ettiysem beni de bağışla. Bağışlamaya benden başla…

SWOT Analizi

Ankara Üniversitesinde sağlık kurumları yönetimi alanında yüksek lisans eğitimine başlamıştım. Yüksek lisans’ın sancılı yollarından geçenler çok iyi bilirler ki dersler bitene kadar geçen zaman kabus gibidir. Derslerin bitimiyle de zannetmeyin ki şafak söküyor, aksine yeni bir kabus yani tez aşaması başlıyor. Hele ki mesai ile beraber yapılıyorsa bu süreç, akşamları başlayıp sabahlara kadar bilgisayar başında geçen günler sizi bekliyor demektir. Oğlum Sarper (5 yaş) bir keresinde “Senin işin çok zor baba, bizim öğretmen bu kadar ödev vermiyor” demişti. Gerekli krediyi toplayabilmek için toplam da 10 ders aldım. Her ders için ortalama 40 sayfa civarında dersle ilgili bir konuyu ders bitirme projesi olarak teslim ediyordum. Projeleri tek tek ele alıyordum, önce bilgi topluyor, literatür tarıyor sonra analiz edip projeyi parçalara ayırıyordum. Ayırmış olduğum bölümlere uygun tekrar bilgi toplayıp sentez edip bir sonuca varıyordum. Genel olarak yaptığım her proje ödevi içime sinmişti. tezPeki hayatımın sadece bir parçası olan eğitim kısmımın sadece bir kısmını oluşturan yüksek lisansın çok küçük bir kısmı olan bir ders için bu dersin bile sadece bir kısmını oluşturan proje ödevine verdiğim değeri ve ayırdığım zamanı düşününce, hayatımın hangi önemli kararları için bu denli sistematik çalışıyorum diye düşündüm. Ya siz?

Evlenirken bu kadar sistemli çalışanınız var mı aranızda? Eşi ile ilgili bilgi toplayan, bölümlere ayıran, ona yakışır ile bir proje ödevine dönüştüren oldu mu hiç? Biliyorum aşk diyeceksiniz, yüreğinizin götürdüğü yönden bahsedeceksiniz vs. Ama evlilik hayatınızın en önemli projesi. Ve genelde yıllar içinde çok iyi tanıdığımızı düşündüğümüz kişinin evlendikten sonra çok değiştiğini söyleyenleri aile mahkemelerine yolunuz düşerse sıkça duyarsınız. O adam ya da kadın size çok da başarılı bir şekilde gerçek tarafının sinyallerini verse de o çok sevdiğim sözle kendinizi avuttunuz. “Evlenince değişir sandım.” Değişmedi tabi ki. Siz geliştirilebilir dediğimiz, çok da hoşunuza gitmeyen yönlerinin üzerine pasta cila çektiniz, hoşunuza giden tarafını daha da abartıp aşık kalınabilir hale getirdiniz ve vitrininizdeki vazonun çatlak kısmını misafirlerce görünemeyecek şekilde duvar tarafına doğru çevirdiniz. Şöyle bir proje ödevi hayal edin;

Ders: Hayat Bilgisi (ilk olarak öğretildiği sanılan ve ömrümüz boyunca alttan aldığımız ve bir türlü veremediğimiz dersimiz)

Konu: Hayatımın Geri Kalanı, Eşim

İçindekiler

  1. Aile Hayatı

            1.1. Anne

            1.2. Baba

            1.3. Abi

            1.4. Abla

  1. Eğitim Hayatı

            2.1. İlkokul

            2.2. ortaokul

            2.3. Lise

            2.4. Üniversite

  1. Beni etkileyen tarafı

            3.1. Romantizm anlayışı

            3.2. Mesleği

  1. Geliştirilebilir tarafı

            4.1……….

            4.2………

….

  1. Sonuç ve Öneriler

Ben evliliğimin yedinci yılında hayatımın geri kalanını sistematik bir şekilde ele alma kararı aldım. Belki şu an için size çok uçuk gibi gelse de küçücük bir dersi geçebilmek için sarfetmekten çekinmediğim enerjimin bir benzerini de hayatımın geri kalanı olmasını istediğim insanı daha iyi anlayabilmek ve gündelik sorunlara daha sistematik bir bakış açısı getirebilmek adına en önemli dersim olan hayat bilgisinin proje ödevi olarak hazırladım. Hangimiz eşimizi böylesine analiz ettik  ve onu daha iyi tanıdık? Denemelisiniz, çok eğleneceğiniz bir ödev olacak, göreceksiniz.

Ya meslek seçimlerimiz. Yine benzer bir konu olarak hayatımızın geri kalanı diyebileceğimiz bu önemli kararlarımızı nasıl aldığımızı hatırlıyor musunuz?
meslek_secimi_1Bir çoğumuz çok rastlantısal olarak seçtiğimiz veya birilerinin tavsiyesine uyduğumuz ya da daha kötüsü ebeveynlerimizin gerçekleştiremediği hayalleri olduğu için seçmek zorunda bırakıldığımız mesleklerimizle mutlu kalmaya çalışıyor ve onlarla iyi geçiniyoruz. Daha kabullenici ve itirazsız bir tavır sergiliyoruz.

Hayatımızı etkileyecek önemli kararlar alırken her seferinde bir proje ödevi kadar sistematik ve kapsamlı bir anlayış benimseyemeyeceğimizin farkındayım. Ancak işletme kökenlilerin yakından tanıdığı, benimse yüksek lisans eğitimim esnasında tanışma fırsatı bulduğum bir stratejik analiz metodunu kullanabilmenin mümkün olacağını düşünmekteyim.

SWOT analizi (Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats)  İngilizce güçlü yönler, zayıf yönler, fırsatlar, tehtidler kelimelerinin baş harflerinin kısaltmasından oluşuyor. swot-analiziYapmamız gereken çok basit. Karar vermemiz gereken bir konu ile karşı karşıya kaldığımızda (yeni bir eş, boşanma, meslek seçimi gibi çok önemli bir konu da olabilir, bayramı nerede geçirelim, keman kursuna mı yoksa pastacılık kursuna mı gideyim gibi gündelik konular da olabilir) boş A4 kağıt ve kalem alıp sessiz bir çalışma ortamına çekilelim. Kağıdı dört eşit parçaya bölen bir artı çizip her bir seçenek için sol üst köşeye bu seçeneğin güçlü yanlarını, sağ üst köşeye zayıf yanlarını, sol alt köşeye bu seçeneği seçmeniz durumunda önünüze çıkacak fırsatları, sağ alt köşeye de bu seçeneğin gerçekleşmesi durumundaki bizde tehdit algısı oluşturacak durumları yazalım. Kafamızdakiler kağıdın üzerine dökülüp somutlaştığında, karar vermemiz gereken durumlarda daha bilinçli ve üzerinde düşünülmüş nispeten daha doğru seçenekleri tercih ettiğimizi fark edeceğiz. Özellikle ailemizi derinden ilgilendiren önemli konularda alacağımız kararlar kukumav kuşu gibi düşünerek değil, daha sistematik ve stratejik derinlikte ele alınmayı hak ediyor.

Boşanma, taşınma, kariyer planlama, evlenme gibi kararı güç konularda bakış açımızı biraz olsun değiştirecek bu yöntemin faydasını göreceğimizi düşünüyorum. Bol bilinçli kararlar efendim.

Piyasayı Bulandır

Sadece benim değil, hayatına dokunma şansı bulduğu herkesin, geri kalan ömrünün önemli karakterlerinden biri olmayı başaran Burak Su ile 2000’li yılların başlarında yaptığımız bir diyaloğu sizinle paylaşıyorum. O zamanlar bir arkadaşım var karşı cinsten. (Kız arkadaşım değil, arkadaşım kız!! o zamanlar böyle bir ayrım vardı.) Hani çoğunuzun lise ya da üniversite yıllarında kanka diye isimlendirdiğiniz ve dostluğu ağır bastığından, “kız/erkek arkadaşım” formatına geçmesi için hamle yapmaya cesaret edemediğiniz ve kısmi flört oyunları ile kanka-sevgili çizgisinde dalgalı seyir gösterip, gençlik anılarınızda kalmaya mahkum ettiğiniz karşı cins arkadaşlarınızdan bahsediyorum. Telefonu aklımdasın manasında saat başı çaldırıp kapattığınız (Kontör bu kadar ucuz değil o zamanlar, 100 Kontör bir haftalık harçlığınıza denk geliyor ve genelde ayın yarısından fazlasını 10 kontör altı bakiye ile çaldırıp kapatarak mors alfabesi benzeri geliştirilen ortak dille geçiriyorsunuz) 99-cevapsiz-arama-600x450gece yatarken iyi geceler, sabah kalktığınızda günaydın sms’ini dört gözle beklediğiniz, beraber vakit geçirmekten çok keyif aldığınız, beslediğiniz masum ötesi duygular için yer yer utandığınız, ve geçen onca yıl sonrasında bu yazıyı okurken isminin zihninizde belirmesiyle hafif bir tebessüm yaratan karşı cins kankalarınızdan bahsediyorum. Bu karşı cins kankamla yer yer tahammül oyunları oynuyoruz. Tabi bunu bir oyun olarak isimlendirmek yıllar sonra o günleri hatırlayıp yazarken çok kolay oluyor. O zamanlar canımız yanıyor, trip atıyoruz, bir kaç güne yayılan kırgınlıklar küslükler yaşıyoruz ve en ufak hareketlere derin manalar yükleyip, bizi niye anlamadığından, ona o kadar güvenmişken canımızın yandığını nasıl farketmemesinden yakınıyoruz. Tam da böyle bir günün akşamı Burak  ile dertleşiyordum. Burak’ın garip ve kitaplık bir hayat hikayesi mevcut ama sadece yazım ile ilgili olan kısmı ayrıntı vermeden anlatayım.

Benim gibi Askeri Lise Mezunu o da. Daha sonra Harp Okulu başlama kampına gitmeden ayrılmış. Bir yıl Üniversite sınavına çalışıp GATA yı kazanmış. Bu seferde askeri lise kontenjanı üzerinden kazandığı için kaydı yapılmamış. Askeri lise mezunu olduktan sonra ayrıldığı için ilgili kontenjandan yararlanmasının hakkı olduğu gerekçesiyle dava açmış. Alt tercihinden yerleştiği Dokuz Eylül İşletme Fakültesi’nde üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçerken dava sonuçlanıyor. İşletmedeki kaydını dondurup GATA’ya başlıyor. Bizim de yollarımız burdan sonra kesişiyor. Gelelim dertleşme faslımıza. Burak beni dinledikten sonra diğer lisans disiplini ile mevcut sorunu birleştirip dedi ki “madem bu kız bu oyunu senden daha iyi oynuyor ve genelde senin canın yanıyor, o zaman piyasayı bulandır” Pek bir şey anlamamıştım. Yani.. diyebildim sadece. “Oğlum rakip firma senden daha iyi adım atıyor ve mevcut durumu daha iyi okuyor. Seni çözmüş. Senin o ihaleye girip giremeyeceğini anlıyor. Sende piyasayı bulandır. Hamla yapacağı güvenli ortamı ortadan kaldır. O adım atamazken piyasayı bulandıran sen olduğun için bu bulanıklıkta rahatlıkla hamle yapabilirsin.” piyasayı bulandırBundan sonraki günlerde kankama hayatımda çok önemli olduğundan bahsederken, bir gün sonra hiç arayıp sormuyordum Kaldığım bir dersi ona söylemeyip başkasından duymasını sağlarken, ertesi gün bir başka sınav sonucunu ilk onunla paylaşıyordum vs. Sonuçta işe yaradı. İlişkimizin bütün dinamikleri benim kontrolüme geçti. O gençlik anılarımda bol tebessümle hatırlayacağım karşı cins anılarımda yerini aldı. Bense bir sonraki yıl işletme fakültesine başladım. Çok keyif alarak okudum. Öğrendiklerimi hayatımın içerisine adapte etmeye çalıştım. İşte tıp fakültesi diplomamın yanında özgeçmişimde yer alan işletme fakültesi diplomasının hikayesini böylece öğrenmiş oldunuz.

Bu yazıdaki işletme disiplininden köken alan taktikler evlilik hayatınızda her zaman işe yaramayacaktır. Evlilikte lisans seviyesinde öğrendiklerim beni  kurtarmadı. Yüksek lisans’a başlayınca hayatı daha sistematik analiz etmeye başladım. Birden fazla dinamiği olan ve tam bir uyum içerisinde inşa edilme şartı olan evlilik kurumuna daha multidisipliner yaklaşmak lazımmış onu anladım. Yüksek lisans eğitimim boyunca öğrendiklerimi evlilik hayatına nasıl uyarladığımı ilerleyen yazılarımda paylaşacağım. Ama sekiz yıllık evliliğimde hiç piyasayı bulandırmadım dersem piyasaya karşı ayıp etmiş olurum.